KÜRESELLEŞME VE ULUS-DEVLETLER
Küreselleşmenin bir kavram olarak yaygınlık kazanması, SSCB'nin çöküşü ve Berlin duvarının yıkılmasının ardından liberal demokratik serbest piyasa modeline karşı konulamayacağı argümanının hız kazandığı 1990'ların başına denk gelse de, küreselleşme eğilimi yeni bir olgu değildir, kapitalizmin doğasında en başından beri vardır. Marks ve Engels, henüz 1848'de bugünkü tartışmalara nazire yaparcasına Komünist Manifesto'da şöyle diyorlardı:
"Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayiin ayakları altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve darkafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor. Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile, son derece kolaylaşmış haberleşme araçları ile, bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor. Ucuz meta fiyatları, bütün Çin setlerini yerlebir ettiği, barbarların inatçı yabancı düşmanlığını teslim olmaya zorladığı ağır toplar oluyor. Bütün ulusları, yoketme tehdidiyle, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor. "
Manifesto'dan yapılan bu alıntı, küreselleşmenin yeni bir olgu olarak tüm sosyo-ekonomik ve politik süreçleri yeniden şekillendirdiği tezini tamamen çürütüyor. Öte yandan kapitalistlerin küreselleşmeyi yeni bir olgu olarak tüm toplumun fikir hayatına dayatması elbetteki boşuna değil. Tüm dünyada uygulamaya sokulan neo-liberal politikaların güçlü bir muhalefetle karşılaşmaması için paradigmaların toptan değiştiği, ideolojilerin öldüğü, eski tarz mücadele yöntemlerinin geçerliliğini yitirdiği iddialarının topluma nüfuz etmesi gerekiyordu. Bu bağlamda, söz konusu ideolojik saldırının en etkili silahları küreselleşme, post-modernizm gibi yaklaşımlardı. Dolayısıyla küreselleşme ve benzeri söylemler kapitalistlerin dönemsel saldırılarının bir enstrümanıydı.
Bu yüzden, ideolojilerin ve sınıf savaşımlarının ortadan kalktığının, kapitalizmin geçerli tek sistem olduğunun ve küreselleşmeye karşı direnilemeyeceğinin pervasızca dillere dolandığı bir dönem de buluyoruz kendimizi.
Kapitalizmin Gelişim Serüveni
Emperyalizm, kapitalizmin evriminin bir ürünü. Kapitalizm doğası gereği ulusal sınırları aşmak, yeni pazarlar ve hammadde kaynakları ele geçirmek zorundadır. Bu yayılmacı özellik , kapitalizmin emperyalizm aşamasına ulaşmasının motorunu oluşturmuştur. Kapitalist devletler arasındaki ilk savaş olan İngiltere ile Hollanda Cumhuriyeti arasındaki savaş da söz konusu olan yeni pazarlar ve hammadde kaynakları için yapılmıştı .
Yeni yeni ortaya çıkan kapitalist devletler ile kapitalizm öncesi varolan imparatorluklar, Amerika, Afrika, Asya ve Uzak Doğu'da egemenlik kurma adına birbirleriyle savaşmaya başladılar. İki yüzyıl boyunca Hollanda, İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya ve diğer güçler bu savaşın içinde oldular ve yerli halkları asimile etmek için savaştılar.
Gerçek anlamıyla yerleşik ve düzenli bir ticaret sistemi ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu dönemde dünya piyasalarının bütünleşmesi de sağlanmıştır. Bu bütünleşmeyi gerçekleştiren en önemli faktör 1860'lardan itibaren denizaltı telgraf kablolarının faaliyete geçmesiydi. Bu kablolar, kıtalararası ekonomik ilişkileri birbirine bağlamış ve uluslararası sermaye akışı olağanüstü bir biçimde artmıştı. Binlerce kilometre uzaklıktaki bölgelerle günlük ticareti ve fiyat belirlemeyi sağlayan bu kablolar dünyanın farklı ülkelerindeki kentlerle anında iletişim kurmayı da mümkün hale getirmiştir . B öylece dünya piyasalarınında bütünleşmesi sağlanmış oluyordu.
1870-1914 arası "Belle Epoque" ekonomisi (kapitalizmin hızlı bir yayılma ve gelişme dönemi) önemli ölçüde uluslararasılaşmış bir ekonomiydi. Bu dönemde temel ölçü, ithalat ve ihracatın gayri safi yurtiçi hasılaya oranıydı. 1913'de İngiltere'de ticaretin gayri safi yurtiçi hasılaya oranı %44.7'dir. Bu oran iki dünya savaşı arasındaki dönemde önemli denilebilecek bir düşüşten sonra, 1973'de %39.3'e yükselmiştir. Ve halâ Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki düzeye çıkamamıştır. Fransa ve Almanya'da buna benzer bir durum sergilenmektedir. Fransa halâ 1913'de ki açıklık seviyesine geri dönememiştir (%35.4). Bu oran 1973'de %29.0, 1993'de ise %32.4 olmuştur. Almanya için ise bu rakamlar 1913'de %35.1, 1973'de %35.2, 1993'de ise %38.3'dür. Küçük bir artış görülse bile, bu, son yıllarda yoğun ve etkin bir "küreselleşme" olduğunu desteklemez. Japonya'da ise daha ciddi bir düşüşü göstermektedir: 1913'de %31.4, 1973'de %18.3, 1993'de de %14.4'dür. Bu oranlara bakınca Japonya'nın ithalatını düşürmekte olduğunu görüyoruz. Ama halâ gayri safi yurtiçi hasılasının görece küçük bir oranını ihraç etmektedir. Oran 1979-81'de %11.8'den, 1991-93'de %8.8'e düşmüştür.
Sadece ihracatlarının gayri safi yurtiçi hasılaya oranını temel aldığımızda, rakamlar: Batı Avrupa için 1913'de %18.3, 1970'de %17.4, 1992'de %21.7 ; ABD için 1913'de %6.4, 1970'de %4, 1992'de %7.5 ; Japonya için ise 1913'de %12.5, 1970'de %9.7, 1992'de %8.8'dir. Ticaret hacminin önemli ölçüde artmasına rağmen, 1970'den bu yana ABD'nin hem ithalat hem de ihracatta açıklığının artması bir yana, gelişmiş ülke ekonomileri, ticaretin gayri safi yurtiçi hasılaya oranı bakımından 1914 öncesine göre önemli bir büyüme gösterememişlerdir. Uluslararası ticaret 1950 ile 1960'lar arasında ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına oranla 1973'e kadar yaklaşık %9.9 oranında büyümüştür. Fakat bu son zamanlarda gerçekleşmemiştir.
Dünya ekonomisine hakim üç bölgede (ABD , Uzak Doğu, AB) ithalat ve ihracatın toplam değeri son yirmi yıldır hemen hemen aynı düzeyde kalmıştır. Elbette, bugünkü dünya ekonomisi 1914 ve öncesinden oldukça farklıdır. Ama aynı güçlerin egemenliği altındadır. Avusturya- Macaristan, Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya, Japonya, Rusya ve ABD 1914'de askeri ve ekonomik olarak duruma hakimdi. Günümüze bakacak olursak, Avusturya-Macaristan'ın yerini Kanada'nın almış olması ve Rusya'nın öznel durumundan dolayı sekizinci büyük güç olarak, gözlemci statüsüyle G-7'ye katılması en önemli değişimlerden biri olarak ele alınabilir.
Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla dünya ticareti % 900 oranında büyüdü. 1870 ve 1913 yılları arasındaki yıllık ortalama büyüme hızı %3.4' tü. Bununla birlikte, altının ülkeden ülkeye sınırsız bir şekilde akışına bağlı olarak uluslararası finansmanda da çok büyük bir büyüme vardı. 1880 ve 1890'lara gelindiğinde yatırımlar en güçlü kapitalist ülke olan Britanya'dan denizaşırı ülkelere yapılıyordu. Uluslararası ticaretin son yıllardaki büyüme hızı yüzyıl öncesiyle hemen hemen aynı düzeyde. İhracat 1960 ve 1990 arasında iki katına çıkarak dünya genelinde %20 oranına ulaşmıştır. Fakat bu yine de üretimin %80'inin malların üretildiği ülkelerde tüketildiği anlamına geliyor.
"Küreselleşmeyle" beraber yeni bir dönemin başladığı, ulus-devlet döneminin bittiğini ve küreselleşmiş ekonomik ve sosyal süreç karşısında ulus-devletin etkisiz kaldığını söylemenin popüler olduğu bir dönemden g eçiyoruz. Sermayenin hareketli olması, uluslararası şirketlerin hareket alanlarının genişlemesi buna benzer görüşleri yaygın hale getiren unsurlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Gerçekte ise bütün 'çokuluslu' şirketlerin arkasında ulusal bir devletin desteğini görüyoruz. Küreselleşme hakkındaki bütün tartışmalara rağmen, çokuluslu şirketlerin ekonomik faaliyetlerinin merkezi halâ kendi ülkelerindedir . Bu durum Avrupalı çokuluslu şirketlerde daha az belirgin olarak görülmektedir. Bu şirketlerin birçoğu komşu Avrupa ülkelerinde yatırım yapmaya başlamışlardır. Eğer AB bir bütün olarak ele alınırsa yoğunluk dereceleri ABD ve Japonya'da elde edilen verilere benzer olacaktır. ABD kökenli çokuluslu şirketlerin varlıkları genellikle kendi evlerinde yoğunlaşmıştır. Japon şirketlerinin durumu da şaşırtıcı derecede aynıdır. Avrupalı şirketlerin durumu da pek farklı değildir. Fransız üretiminin %31'i ve Fransız öz varlıklarının %35'i diğer Avrupa ülkelerinde bulunmaktadır. Buna bağlı olarak toplam öz varlıklarının %85'inin AB sınırları içinde olduğu söylenebilir. Bu durum Avrupalı şirketlerin "küreselleşme" değil de "bölgeselleşme" çabası içinde olduğunu göstermiştir. Avrupa'da bulunan iki yüz büyük şirketin üst düzey yöneticileri arasında yapılan bir araştırmada da bu veriler ortaya çıkmıştır . Bütün üretimlerinin %93'ünü sonraki beş yıl içinde Avrupa'da gerçekleştirmeyi, girdilerinin %80'ini Avrupalı müşterilere satmayı planladıklarını göstermiştir. Bütün verilere bakıldığında karşımızda bir küresel bütünleşme yerine, endüstriyel dünyanın Kuzey Amerika, Uzak Doğu ve Avrupa kısımları arasında bölgesel bütünleşme çıkmaktadır. Durum buysa küreselleşme kavramının yerine bölgeselleşme sözcüğünün kullanılması gerekir.
Özetlersek eğer, devlet birçok açıdan önemli şirketlerin kurulması ve desteklenmesi konusunda kilit rol oynamaktadır. Bunlara örnek verecek olursak; Shell, Chrysler, McDonald's, General Motors'un arkasında ABD devleti vardır, genel olarak da ABD'li kapitalistler ABD devlet politikasını belirlemektedir. 1993'de İsveç hükümeti Wallenberg Konsorsiyumunun aile bankası olan Volvo, Eloktrolux, Ericsson, Asea, Stora ve SKF gibi önemli şirketlerde büyük hisseleri bulunan Skandinaviska Enskilda Banken'i ve Handelsbanken'i desteklemiştir. Wallenberg Konsorsiyumu sadece kendi başına Stockholm Borsası'nın %40'lık bölümünü oluşturur. Buna benzer bir şekilde 1987'de Daewoo'yu batmaktan kurtaran da Güney Kore devleti olmuştur. Irak Savaşı'ndaki en karlı ihaleleri ABD'li tekellerin dışındakilerin kazanma şansı yoktur. Bu konudaki en son örnek ise çok çarpıcıdır: Rus enerji devi Gazprom Rus devletinin doğrudan bir aygıtı gibi davranıp Doğu Avrupa ülkelerini cezalandırmaya çalışmıştır.
Ruigrok ve Van Tulder'in yaptıkları geniş kapsamlı bir araştırma kanıtlamıştır ki, her büyük çokuluslu şirketin kontrolü net bir şekilde bir ülkenin vatandaşı olan kapitaliste aittir. 1991'de ABD'nin önemli şirketlerinden otuz tanesinin sadece beşinin yönetim kurullarında bir yabancı vardı. Büyük Amerikan şirketlerinin ise yönetim kurullarının sadece %2'si yabancılardan oluşuyordu. 20 büyük Japon şirketinden sadece iki tanesinin yönetim kurulunda bir yabancı var. 15 büyük Alman şirketinin sadece dört tanesinin kurullarında bir yabancı bulunuyor. Hisse sahipliği oranı da "küresel pazarlar"da konuşulanın aksine daha çok ulusal düzeyde yoğunlaşmıştır.
Ruigrok ve Van Tulder çok az büyük şirketin hisselerinin %10'undan biraz fazlasının ülke dışında olduğunu belirtmiştir. Alman hisselerinin dışarıda olan bölümünün birçoğu da İsviçre'nin Almanca konuşulan yerlerinde ve Avusturya'dadır. Hollanda, İsviçre ve İsveç kökenli çokuluslu şirketler kendi ülkelerindeki ekonomik pazarın küçük olması nedeniyle üretim etkinliklerini uluslararasılaştırmak zorunda kalmışlardır. Ama bazıları şaşırtıcı derecede ulusal düzeyle sınırlanmıştı. Başka ülkelerin borsalarında yer almayı ayrıcalık olarak görmüyorlar ve üst düzey yönetimlerde sadece birkaç yabancıya yer veriyorlar. Ortaya çıkan bu verilerde çokuluslu şirketlerde ulusal kimliğin ağırlığı fazlasıyla hissediliyor. Ve kendi ulus-devletlerinden çok da bağımsız hareket etmediklerini görüyoruz.
Ulus-devlet, tekelci sermayenin, küresel düzeyde mali hizmetler alanındaki gücünden oldukça etkileniyor. Ama bu durum ulus-devletin sona erdiği anlamına gelmiyor elbette. Bir yandan uluslararası sermaye kendi çıkarları doğrultusunda geliştirdiği politikalarını ulus-devletlere dayatıyor, diğer yandan da burjuva ideologlar, küreselleşmenin özgürlük getirdiğini, küreselleşmeye direnilemeyeceğini, serbest piyasa ekonomisinin mantıklı tek seçenek olduğunu dayatıyor tüm güçleriyle. Bu da büyük bir tutarsızlık. Hem ulus-devletlerin siyaset arenasından çokuluslu şirketler lehine çekildiği söyleyip hem de kendi işlerini gördürmek için yok olduğu söylenen(!) ulus-devletleri kullanıyorlar. Esasında olan ise şuydu: ulus-devletler özelleştirme, sosyal devletin ortadan kaldırılması gibi politikalarla küçültülürken mahkemeleriyle, kolluk güçleriyle, ordusuyla devlet iktidarı zayıflamıyor, ezilenler ve işçi sınıfına karşı giderek güçleniyor.
Kapitalist dünya ekonomisinin tıkanma belirtileri göstermesiyle beraber uluslararası iklim sertleşti, küreselleşme çığırtkanlarının sesi soluğu çıkmaz oldu. İddiaların aksine ulus-devletin gücünün pekiştiği bir dönemden geçiyoruz. Küreselleşme ideolojisinin liderliğini yapan ABD, Çinlilerle yapılacak şirket evliliklerini yasaklıyor, Çinle yapılan ticarete kota koyuyor, birçok sektörde yerli üreticiyi teşvik ve gümrük politikalarıyla koruma altına alıyor. Uluslararası arenada da farklı bir manzara karşımıza çıkmıyor. Örneğin, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra uluslararası anlaşmalara göre düzenli orduya sahip olması yasak olan Japonya, silahlanma harcamalarını devasal düzeyde arttırdığı gibi düzenli orduya geçişe hazırlanıyor. Uluslararası arenada ulus-devleti güçlendirmeyi hedefleyen politikacılar teker teker iktidara yükseliyor. Putin bu sürecin en iyi örneklerinden birisi olarak Rus devlet aygıtını olabildiğince güçlendirmiş, burjuva Rus devletinin çıkarları için Yukos gibi tek tek burjuva unsurları harcamaktan çekinmemiştir. Bush'un 2. dönemde de seçilmesi, İran'da Ahmedinecad'ın ve Filistin'de Hamas'ın işbaşına gelmesi bu eğilimi ortaya koyuyor. Belki ulus-devletlerin güç kazanmakta olduğuna en önemli ve en etkili örnek, hızla dünya liderliğine koşan Çin'in kendisidir.
Yeni Dünya Düzeni savunucuları, "küreselleşmeyle" tüm ideolojilerin yok olduğu, anlamsızlaştığı bir dönemin ifadesi olarak dünyayı kuşatmaya başladılar. Oysa, bütün bu yaşananların toplamına bakınca, küreselleşmenin kendisinin gerçekte ne kadar ideolojik bir kavram olduğunu ve iliklerine kadar sahip olduğu barbarlığını meşrulaştırmanın başka bir biçimi olduğunu görüyoruz.
Kapitalizmin saldırılarına ve onun sonuçlarına karşı direnişin başarısına, işçi sınıfının, ezilenlerin enternasyonal dayanışması ve onun üzerinde oluşturulacak örgütlü bir mücadele hattının izlenmesiyle ulaşılacaktır .
Sinan Yılmazer
Şubat 2006