Rektörler-Hükümet Savaşının Perde Arkası: YÖNETİCİ SINIF İÇİNDE ÇATIŞMA
Sınıflar savaşımını salt ezenlerle ezilenler arasındaki mücadeleye indirgeyen özünde sınıflar uzlaşmacılığının ifadesi olan sığ, anti-Marksist anlayış solda bir hayli güçlü. Öte yandan sınıf mücadelesini basitçe işçi sınıfıyla burjuvazinin kapışması olarak algılayanlarla da sıkça karşılaşıyoruz. Gerçekteyse sınıf mücadelesi açık ya da kapalı devam eden, sınıflar arasında uzlaşmaz çatışmaların yanında geçici ittifakların belirdiği, blokların oluştuğu, alternatif hegemonya projelerinin üretildiği, çekişmelerin sınıflar arasında olduğu kadar sınıf içinde de yaşandığı, kimi zaman hızlanan kimi zaman durgunlaşan ama her zaman hareket halinde olan bir süreçtir.
Ekonomik ve politik yaşamda daha rahat fark edilebilen sınıflar arası ayrışma ve mücadele, sosyo- kültürel süreçlerin hemen her alanına sirayet etmiştir. Örneğin Marksist Bakış'ın geçen sayısında ele alındığı gibi mortgage sistemi ve etrafında dönen tartışmalar söylendiği gibi iyi niyetli, ucuz konut edindirme çabasının bir ürünü değil, derin sınıfsal içeriğe sahip olan bir projedir. Örnekler çoğaltılabilir.
Bu bağlamda, son haftaların en çok tartışılan konusu olan Yüzüncü Yıl Üniversitesi rektörünün tutuklanması ve artık gına getiren YÖK hükümet sataşmalarını, eğitim alanındaki farklı yaklaşımların bir sonucu olarak ortaya çıkan bir gerilim ya da laik-antilaik çatışması olarak görmek hatalı olacaktır. YÖK-AKP çatışması, en az 15 yıldır çok yoğun tartışılan türban, Kürt sorunu, Kıbrıs, sivilleşme, AB uyum programı gibi çatışma alanlarıyla aynı kaynaklardan beslenmektedir. Bu gerilimin temelinde Türkiye burjuvazisinin kendi iç çatışması yatmaktadır. Çatışmaların tarafları ise, artık çok net biçimde görüldüğü gibi, TÜSAİD'la en güçlü ifadesini bulan Türkiye tekelci büyük sermaye ile askeri ve sivil bürokrasidir. 15 yılı aşkın bir süredir siyasi yaşama öyle veya böyle damgasını vuran bu çatışmanın çözümlenmesi, sosyalistler açısından göründüğünden çok daha fazla önem taşımaktadır. Zira çatışmakta olan egemen sınıfın bu iki bloku farklı ideolojik tutumlar ve meşruiyet-dayanak noktaları geliştirerek diğer sınıflar üzerinde de hegemonya kurmaya çalışmaktadır. Bu sınıflar arasında şüphesiz işçi sınıfı da vardır. Söz konusu iki blok, mücadelelerinin yoğunluğu ölçüsünde toplumsal düşünce hayatına öyle nüfuz etmişlerdir ki bırakın aşırı milliyetçilikten, ultra-radikal liberalliğe savrulan aydınları; siyasi yelpazenin aşırı sağından aşırı soluna hemen hemen tüm boyutlarını tesirleri altına almıştır. Dolayısıyla egemen sınıfın kendi içindeki bu çatışmanın irdelenip, tüm boyutlarıyla ortaya konması proleterya davasının burjuva bayrakların gölgesinden çıkarak kendi bağımsız yoluna girmesi ve toplumu etkilemesi için şarttır.
Sorunun Özü
Doğrudan ifade edilecek olursa, Türkiye egemen sınıfları arasında böylesine çatışmalar yaratan çatlak, büyük burjuvazinin AB'ye katılım ve uluslararası sermayeyle tam en-tegrasyon doğrultusunda giriştiği çabaların, Türk siyasi geleneğinde hep başrolde olmuş ordu ve yüksek bürokrasinin çıkarlarıyla ters düşmüş olmasıdır. Uluslararası finans kapitalin de bu sürece Türkiye büyük burjuvasine verdiği doğrudan destekle katılmış olması, dengeleri büyük ölçüde değiştirmiş, öte yandan bu da askeri-sivil bürokrasinin yurtsever-milliyetçi söylemlerinin etkinlik alanını genişletmesini sağlamıştır. Öyle ki örneğin Kıbrıs sorununda Erbakan'ın Saadet Partisi çevresinden tutun, çeşitli milliyetçi-yurtsever sol gruplar askerlerin arkasında saf tutmuşlardır. Öte yandan çeşitli küçük burjuva çevrelerin (milliyetçi aydın, bi-limadamı, entelektüel takımı; sağcısıyla solcusuyla küçük burjuva radikali politik parti ve örgütler; esnaf vb odaları) verdiği desteğe rağmen askeri sivil bürokrasinin giderek zemin kaybettiği görülüyor. Öte yandan asker-sivil bürokrasinin kolay teslim olmayacağı, uluslararası sermayeyle entegrasyon sürecinde yapılacak reformlara rağmen sahip olduğu eski kudretinden ne kadarını kurtarırsa o kadarını kar sayacağı ortada olan bir şey. Gözden kaçırılmaması gereken bir diğer önemli noktada, büyük burjuvazinin şu anki üstünlüğünün çok hassas ekonomik ve uluslararası konjonktürel dengeler üzerinde yükseldiğidir. Herhangi bir ekonomik kriz, Kürt sorunundaki herhangi bir niteliksel değişim ya da Ortadoğu coğrafyasında Türkiye'yi de içine alan ciddi bir kriz ve savaş durumu askeri-sivil bürokrasinin ibreyi kendi lehine çevirmesine yol açacaktır.
Büyük burjuvaziyle askeri sivil bürokrasi arasındaki mücadeleyi kızıştıran AB ile bütünleşme projesi Türkiye kapitalizmi açısından gayet eski bir hedef. Yine, özünde bürokrasinin altını oyan, kapalı ekonominin, ithal ikameci büyüme modelinin devre dışı bırakıldığı; uluslararası sermayeye açılımın, özelleştirmelerle kamunun küçültülmesinin, mutlak serbest piyasanın yaşama geçirilemeye başlandığı neoliberal dönem de 25 yıldır uygulamada. Buna karşılık ulusal ve uluslararası finans kapitalin askeri-sivil bürokrasiyi gelişmiş burjuva devletlerde olduğu gibi kendilerinin basit bir memuru, icra komitesi haline getirme sürecinin belirgin bir şekilde ilerlemesi görece daha kısa bir geçmişe sahip. Bunun belli başlı nedenleri var: İlk olarak Türkiye büyük burjuvazisi kapialist rejimin ayakta kalabilmesi, ekonomik krizden çıkış ve siyasi istikrar sağlanması açısından zaruri olan sermaye birikim modelini değiştirip, neoliberal ölçülerle iktisadi ve sosyal hayatı baştan aşağı yeniden düzenlemesini kendi gücüyle başaramamış, görev bir kez daha orduya düşmüş, asker 12 Eylülle söz konusu politikaları hayata geçirmiştir. Böylelikle normal şartlar altında askeri-sivil bürokrasinin temelini epeyce zayıflatacak olan neoliberal ajanda, askeri bürokrasinin sayesinde ve onun güdümünde şekillendiği için bırakın zayıflatmayı askeri sivil bürokrasinin gücünü pekiştirmiştir. Başta MGK, DGM, YÖK gibi 12 Eylül anayasasının yerleştirdiği birçok baskıcı kurum 80 sonrası egemen sınıfın bu kesiminin en önemli mevzileri olmuştur. 12 Eylül rejiminin baskı koşullarının görece hafiflediği, sınıf hareketinin geliştiği, toplumda demokratikleşme yönünde ciddi taleplerin geliştiği 80'lerin sonu ve 90'ların başında büyük burjuvazi ve onun politik uzantıları sivilleşme ve demokratikleşme yönünde kimi ataklar yapmışlardır. Özal'ın Kürt sorunundaki açılımları, yine İnönü-Demirel hükümetinin 12 Eylül rejimiyle "hesaplaşma" vaadleriyle iktidara gelmesi bunun en açık örneklerini oluşturuyordu. Öte yandan TÜSİAD çevresi atılımında fazla ilerletemeden geri çekilmek zorunda kaldı. Bunda Türk kapitalist sınıflarının askeri ve sivil bürokrasinin saksısında yetişmesinin bir sonucu olarak gelişen geleneksel zayıflığı ve pısırıklığının yanında; 90'ların başından itibaren gelişen Kürt hareketinin ivme kazanması etkili oldu, zira devleti kuran askeri-devletlü kesim başından beri en büyük tehdit olarak (komünist tehdit bir yana) bölünmeyi ve İslamcı hareketleri bellemişti. Ülkede durumun bir iç savaşı andırması 90'ların sonuna kadar bir çeşit olağanüstü hal rejiminin yaşama geçirilmesini bebarberinde getirmiş, bu da ordunun gücünü yeniden tartışılmaz kılmıştır. Buna ek olarak 90'ların başından itibaren solun boş bıraktığı alanlara yerleşerek gücünü artıran İslamcı hareket ve tarikatlar, askeri-sivil bürokrasinin etkinliğini artırmasına vesile olmuştur. Burada bir kez ddaha toplumsal destek ve meşruiyet kaynaklarının önemini görmek gerekir. Egemen sınıfların başarısı büyük ölçüde kendi özel çıkarlarını toplumun genelinin ya da büyük bölümünün çıkarlarıymış gibi göstermesine bağlıdır. Egemen sınıfların diğer sınıflar üzerindeki hegemonyasının temelinde bu yatar ve bu doğrultuda ideolojik-poitik açılımlar getirilir ve bunlar topluma empoze edilmeye çalışılır. Kürt hareketine karşı yükseltilen Türk şovenizmi, ardından geliştirilen laik-antilaik çatışması bir hegemonya projesinin asli unsuru olarak hayata geçirilmiştir.
Tekelci büyük sermayenin askeri-sivil bürokrasi karşısında ancak çok yakın bir dönemde güç kazanmasının bir diğer nedeni de AB ile bütünleşme projesinin gerçek anlamda son 10 yıl içerisinde somut bir durum olarak kendisini ifade emiş olmasıdır. Geçen uzun zaman diliminde Türkiye'de AB kapitalizmi ile entegrasyon sürecinde yapısal uyum programlarını hayata geçirmek açısından uygun koşullar gelişmiş, bir yandan da kızışan emperyalist rekabet gerek coğrafi konumu, gerek askeri açıdan cazipliği, gerekse de geniş bir pazara ve ucuz iş gücü kaynağına sahip olan Türkiye'nin AB üyeliğini Avrupalı finans kapital açısından kritik hale getirmiştir. Bir atraftan da Kürt hareketinin askeri alanda zayıflatılarak, çatışmaların minumum seviyeye indirilmesi ve 28 Şubat müdehalesinin hemen ardından kaybedecek çok şeyi olan üst sınıflara mensup kesimlerin liderlik ettiği bü yüzden de özünde hiçbir radikalliği olmayan İslamcı hareketin tuzla buz olması sivil-askeri bürokrasinin politik arenadaki baskınlığının varlık nedenini ortadan kaldırarak, onların manevra alanını daraltmıştır. Bu bağlamda bir dönemeç noktası da 3 Kasım 2002 seçimleri olmuştur. Bu seçimde 90'lı yıllar boyunca adları ekonomik krizlerle anılan bütün burjuva partiler tasfiye olmuş, bu sonuç da AKP'nin anayasayı bile değiştirecek çoğunlukta tek başına hükümet olmasını sağlamıştır. Böylelikle Özal'dan sonra ilk defa kapitalist sınıfların yönelimleriyle birebir uyuşan, güçlü ve kararlı bir "icraat" hükümeti başa geçmiştir.
Değişen Dengeler
AKP hükümeti, büyük sermaye çıkarına uluslararası entegrasyonun hayata geçirilmesi için gerekli istikrar ortamını sağlayarak reform sürecine büyük bir hız kazandırmıştır. Devletin küçültülmesi, bürokrasinin gücünün kırılması, Kıbrıs sorunun çözümü, özelleştirme, esnek-performansa dayalı-sözleşmeli çalışma, rejimin sivilleşmesi ve demokratik açılımlar AB normlarının hayata geçirilmesi açısından son derece kilit aşamalardır. Türkiye sermaye sınıfının AB emperyalist bloğuna dahil olması için gerekli ekonomik dönüşümlerin yanında üstyapısal dönüşümlerinde yapılması zorunludur. Siyasal iktidar mekanizmasının yeniden yapılandırılması, hukuki ve bürokratik işleyişlerin modern kapitalist bir aygıta hazır hale getirilmesi üstyapısal değişikliklerin başlıcalarındandır. Örneğin askeri-sivil bürokrasinin yoğun direnciyle halen çok küçük bir kısmı yaşama geçebilen kamu reformu yasa tasarısısı ile merkezi hantal bürokratik yapının birçok yetkisinin yerel yönetimlere devredilmesi öngörülmüştür. MGK'nın bileşenlerinin değiştirilmesi, yeni YÖK yasa tasarısı, DGM'lerin kapatılması ve daha birçok yasal değişiklik siyasal mekanizmanın yapısında değişiklikleri beraberinde getiriyor.
Türkiye'nin kapitalistleşme süreci kendiliğinden, gelişen burjuva sınıfların kendilerine alan açıp zamanla siyasal aygıtı öyle veya böyle ele geçirdiği şemaya uygun bir gelişim göstermedi. Asyatik üretim modeline uygun olarak aynı zamanda tüm toprağın sahibi olan devasa bir merkezi iktidar, tüm ekonomik faaliyetleri kendi çıkarı ve kontrolüne bağlamış, Anadolu'daki az ve oldukça dağınık nüfusun da etkisiyle sermaye birikimini olabildiğince yavaşlatmıştır. Sonuçta burjuva sınıflar gerçek anlamıyla tarih sahnesine çıkamamıştır. Modernleşme bu durumda devleti kurtarmanın zorunlu bir yolu olarak yine devletlü kesimler tarafından yakalanmaya çalışılmıştır. Tanzimat Fermanı'ndan CHP Kemalist tek parti iktidarına kadar yaşananlar hep aynı hikayenin bir parçasıdır. Kapitalistleşme ve yerli sermaye sınıfının yetiştirilmesi devleti kurtarmanın bir yolu olarak düşünülmüş ve planlı bir şekilde hayata sokulmuştur. Dolayısıyla Türkiye sermaye sınıfı Fikret Başkaya'nın dediği gibi askeri-sivil bürokrasinin saksısında yetişmiş, bunun sonucunda da tarihsel olarak güdük ve pısırık kalmıştır. Askeri ve sivil bürokrasinin siyasi yaşamdaki gücü ise tersine kökleri ta Bizans İmparatorluğu'ndan gelen bir geleneğin mirasıdır.
Bu tarihsel miras 1980'den beri uluslararası sermaye ile bütünleşmek isteyen sermaye için bir ayak bağıdır. Ne var ki kapitalist sınıflar 1980'de başlayan süreci bizzat 12 Eylül darbesi yani TSK sayesinde yaşayabilmişlerdir. Bu durum devletlü kesimlerin tasfiyesinin o kadar kolay olmayacağının bir göstergesi olmuştur. Yine 1990'larda Kürt hareketi ve İslamcılık bu kesimlere varoluşları için bir neden kazandırmıştır. İçinde bulunduğumuz son süreçteyse yerli ve uluslararası sermaye var gücüyle bastırmakta ve çok zor ilerleyen bu süreçte aşamalar kaydetmektedir. Sürecin kendi aleyhine işlediğini, dolayısıyla işlerin eskisi gibi kalamayacağını bilen askeri kanat ne kadarını kurtarırsam iyidir stratejisiyle hareket etmekte, boyundan büyük hedefleri önüne koymamaktadır. Söz gelimi AB'ye tam üyeliğe değil, pazarlık sürecinde kapitalist sınıfların verdiği aşırı "tavizlere" itiraz etmektedir. Ordunun OYAK'la Türkiye tekelci sermaye sınıfı içinde üçüncü en büyük iştirakçi olduğunu göz önünde bulundurmazsak manzaranın bir kısmını kaçırmış oluruz. Öte yandan eğer bu süreç sonuna kadar giderse sivil bürokrasinin bir kısmı tamamen tasfiye olacak ya da tamamen tekelci sermayenin hizmetine koşulacaktır, bu yüzden söz konusu kesimlerin daha kavgacı olmaları boşuna değildir.
Devrimci Marksistler Bu Kavganın Neresinde?
Toplumdaki egemen fikirler egemen sınıfın fikirleridir. Bu yüzden Türk egemen sınıflarının güç ve iktidar çatışması toplumu etkisi altına almakta, toplum egemen sınıfın bu iki fraksiyonunun bölünme hatları üzerinden kamplaşmaktadır. İşçi sınıfı ve ezilenler de sınıf hareketinin bir hayli zayıf olduğu, devrimci Marksist bir önderliğin olmadığı böyle bir dönemde doğal olarak yine egemen sınıfın ayak izlerinde kendi içinde bölünüyor. Egemen sınıfın pompaladığı ideolojik-politik demogojinin etkisi altında sınıf ayrışmaları bulanıklaşıyor, işçi sınıfının bir bölümü ateşli laikler olarak askerlerin , bir kısmı da AB yanlısı olarak TÜSİAD'ın kucağına düşüyor. Yukarıda bahsetmiştik, ezilenlere rehberlik etmek iddiasındaki 'radikal' sol da bu süreçten payına düşeni alıyor. Kimisi yurtsever cepheleri örgütlüyor, kimisi 'emeğin Avrupasını keşfediyor, kimisi de bağımsızlıkçı kesiliyor. Böyle olunca işçi hareketinin ve solun gerilemesi şaşırtıcı olmuyor. Yenilgi ideolojik-politik bir hattan başlıyor ve gerisi geliyor.
O yüzden ideolojik ve politik olarak egemen sınıfların tahakkümünden çok net bir kopuş zorunludur. Hem tekelci büyük sermaye hem de askeri-sivil bürokrasi bizim sınıf düşmanlarımızdır. Kendi aralarındaki kavgada, bu kavganın her alt başlığında, bu iki kanattan da uzak durmalı, iki yüzlü bu iki kanadın da ipliğini pazara çıkarmalıyız. Ne liberalizm ne de milliyetçilik bize yakındır. Bu bağlamda her başlık için, alternatif enternasyonalist devrimci tutumun yaratılması zorunludur.
Devrimci Marksistler bilirler ki işçi hareketinin başarısı işçi sınıfının ideolojik ve politik olarak egemen sınıfın hegemonyasından ne ölçüde sıyrıldığına bağlıdır. Bu yüzdendir ki devrimci Marksistler her alanda ve her zaman işçi sınıfı ve ezilenler üzerindeki kapitalist hegemonyanın kırılması için savaşırlar. Ekim Devrimi'ni mümkün kılan yabancı sınıfların her türlü etkisine karşı proletaryanın bağımsız sınıf bayrağını yükseltecek Bolşevik örgütün yoğun çabalarıydı. Buradan çıkarılacak sonuç; politik ve ideolojik savaşımın uzaktan gazel okuyarak değil, etkimizin olduğu her yerde aktif biçimde fikirlerimizi örgütlemeye çalışarak verilmesi gerektiğidir. Egemen sınıfın bilinç bulandıran her türlü politik ayak oyunun iç yüzü insanlara gösterilmeli ve ortaya somut alternatifler konulmalıdır. Unutulmamalıdır ki kurulması zorunlu olan Bolşevik bir savaş örgütü de ancak bu şekilde yaratılabilir.
Kasım 2005