|
Çeyrek Asırlık Saldırıda Tıkanma-II: AVRUPA'DA KRİZ
Bir Fransız sosyolog, son dönemde yaşananları değerlendirirken "Avrupa'nın büyüsü bozuldu" diyordu. Avrupa'da geçtiğimiz aylarda yaşananlardan sonra ve özellikle Fransa banliyölerindeki ayaklanmaların ardından bu yorum bir hayli popülerlik kazanmış görünüyor. Sorunun kaynağını AB ekonomisinin çuvallaması oluşturuyor. Avrupalı kapitalistlerin bir türlü baş edemediği ekonomik durgunluğun bir süre sonra siyasi ve sosyal sarsıntıları beraberinde getireceği muhakkaktı. Nitekim kapitalizmin krizi sermaye sınıfını endişelendirecek şekilde sosyal ve siyasal çalkantılar yaratıyor.
Fransız şehirlerinin banliyölerini saran ateş üzerine çok şey söylendi, burjuva medya olayların sınıfsal boyutlarını gözlerden kaçırmak için olayları özellikle Müslüman-Hıristiyan çatışması ekseninde tariflemeye gayret etti. Bu tarif Bush'un medeniyetler çatışması konseptine uygun düşüyordu, hatta ABD'li medya Fransız hükümetine "Bakın siz Irak'a girmediniz, Irak size geldi" diyerek oportünizmin en güzel örneklerinden birini sergiledi. Benzer şekilde Türkiye'de de Tayyip Erdoğan sorunu hemen türban olayına bağlayıverdi. Olayların gelişmesinde Fransız kökenli olmayanlara uygulanan ayrımcılığın etkisinin çok
büyük olduğu doğru. Öte yandan bu insanların çok yoksul gettolarda yaşadığı, söz konusu gençler arasında işsizliğin %50'lere ulaştığı, bir işe sahip olanların da oldukça kötü koşullarda ve çok düşük ücretlerle çalışmak zoruda gerçeği olduğu atlanırsa olayların sınıfsal özü atlanmış olunur. Zira bu insanlar da içki içip, uyuşturucu kullanıyorlar, giyimleri kuşamları, dinledikleri müzikler diğer insanlardan farklı değil. Üstelik aralarında Müslüman olmayan çok da insan var. Haftalarca süren çatışmaların ardından her şey daha açık görülüyor, Avrupa'nın büyüsü bozulmuş, ters giden ciddi şeyler var.
Fransa'da AB anayasasının oylandığı ve açık ara reddedilen referandum, içine düşülen ekonomik krizin tetiklediği siyasal çalkantının çok açık bir örneği. Avrupalı patronlar krizi aşmanın tek çaresi olarak işçi sınıfının kazanılmış haklarının, neoliberal politikalarla yok edilmesi, yani sömürü oranının yükseltilmesi olarak görüyorlar. Bu doğrultuda hükümetler var güçleriyle saldırıyorlar. Avrupalı kapitalistler için referandumun böyle bir anlamı vardı, zira emeklilik yaşının yükseltilmesi, işsizlik sigortasının düşürülmesi gibi neoliberal hükümler Anayasa'da yer alıyordu. Patronlar ve onun uşağı medya binlerce sayfalık metnin arasında bu gibi hükümleri saklamak istediyse de gerçekleri kamuoyundan uzun süre saklayamadılar. Refarandumun bir anlamı da Avrupalı kapitalist devletlerin kendi içlerindeki entegrasyonu artırarak, emperyalist bir blok olan AB'nin küresel bir güç olmasını sağlamaktı. Sonuç kapitalistler için tam bir hüsran oldu. Fransız işçi sınıfı kendilerine yönelik tehdidi çok net kavramıştı. Yapılan anketler hayır oylarının %90'dan fazlasının sınıf bakış açısıyla anayasayı reddettiğini ortaya koyuyordu. Fransa'da reddedilen aynı anayasa Hollanda'da da reddedildi. İngiltere'de de reddedileceği kesin olduğu için bu ülkede rafa kaldırılmak zorunda kalındı ve AB'li kapitalistler ağır bir darbe aldılar.
Avrupa'nın büyüsünün bozulduğunun belki de en iyi anlayanlar, Avrupa işçi sınıfının üyeleri. Yaşamın giderek pahalılaşması, işsizliğin her yerde kol gezmesi ve iyi bir iş bulmanın neredeyse imkansızlaşması, sürekli tırpanlanan sosyal haklar Avrupa'da yoksulluk sınırının altında yaşayan insanların sayısını her an artırıyor. Bu durumun işçi sınıfı nezdinde karşılığını bulması kaçınılmazdı. Almanya, Yunanistan, Fransa, Belçika gibi ülkelerde işçi sınıfı mücadelelerinde büyük artışlar gözlendi. Belçika ve Fransa'da yapılan genel grevler etkili oldu. Belçika'da uzun yılardan sonra yapılan ilk genel grevin ardında hemen bir ikincisi yapıldı ve bunlar çok etkili oldu. Özellikle, Fransız proletaryasının örgütlülük derecesinin yüksek oluşu, çok canlı bir mücadele geleneğine sahip olması ve devrimci Marksistlerin Fransa'da hatırı sayılır güçte olmaları kriz boyunca Fransa'daki sınıf savaşımının çok sert geçeceğinin habercisi.
Almanya'da bahsettiğimiz neoliberal uygulamaları bizzat sosyal demokratlaın uygulaması, gittikçe yoksullaşan Alman halkını soyal demokrasinin daha solundaki alternatiflere yöneltti. Bunun sonucu olarak neoliberalizm karşıtı söyleme sahip olan Linkspartei (Sol Parti) seçimlerde büyük bir çıkış sağlayarak %9 oya ulaştı. Yapılan anketler Sol Parti'nin işçiler içindeki oylarının %15'leri, işsizler içindeyse %30'lara yaklaştığını ortaya koyuyordu. Seçim sonuçları Alman siyasi yaşamında taşların yerinden oynamasına neden oldu. İki büyük parti SPD ve CDU kendi koalisyon ortaklarıyla hükümet oluşturmak için yeterli oya sahip olamayınca birbirleriyle anlaşmak zorunda kaldılar. Ne var ki Alman burjuva medyası dahi bu koalisyonun geleceğinden umutlu değil. Zira Sol Parti'nin soldan yaptığı basınçla, SPD'nin sol kanadı, CDU'nun gölgesinde sağ siyasete ortak olmak istemeyecek bu da istikrarsızlığa yol açacak ve tekrar erken seçim gündeme gelecek.
Krizle birlikte Avrupa'nın demokrasinin "kalesi" olma özelliği de güme gitmeye başladı. Çıkarılan yeni terörle mücadele yasaları özgürlükleri olabildiğince kısıtlıyor, polisin yetkilerini ise çok büyük ölçülerde artırıyor. Londra'ya yapılan bombalı saldırıların patırtısı içinde bir Brezilya işçinin İslamcı terörist olma şüphesiyle polis tarafından pervasızca öldürülmesi ve infazı gerçekleştiren polislerin korunması işin geldiği noktayı ortaya koydu. İngiltere'de "anti-terör yasası" altında gözaltı süresinin (mahkeme önüne çıkana kadarki süre) 90 güne çıkarılması, sınır dışı etmenin kolaylaştırılması, gibi pratikler yaşama geçirilmek üzere. Fransa'daki isyanların ardından olağanüstü halin ilan edilmesi Avrupa yönetici sınıflarının başları sıkıştığında ne kadar saldırgan ve anti-demokratik olabileceğinin örneğini yeniden verdi. Avrupa'nın büyüsü bozuluyor!
Yaşanan Krizin Kökenleri
Avrupa Birliği projesi, iki dünya savaşı yaşamış Avrupalı güçlerin, dünya çapında etkili bir rekabet gücüne ulaşmalarının yolunun güç birliği yapmaktan geçtiğini görmesi ile hayata geçti. Avrupalı güçler, 2. Dünya Savaşı'ndan güçlenerek çıkan iki bloğa (ABD ve SSCB) karşı bir üçüncüsünü yaratmak, hem ekonomik hem siyasi arenada küresel bir güç olmak gayesindeydiler. Ancak, iki kutuplu dünyanın sona erdiği 1990'lara kadar Avrupa'nın bu güçler arasından sivrilmesi mümkün olmadı. Bu hedef, ancak SSCB'nin ve uydularının yıkılmasıyla birlikte iki kutuplu dünyanın ortadan kalkışı ve küresel güçlerin yeniden belirlenmesi süreci ile gerçekleşebilir hale geldi. Ancak, böyle bir olasılığın varlığı ile gerçekleşmesi aynı şey değil. Örneğin, 1990'ların başında Avrupa Birliği gibi küresel bir güç olmaya çalışan Japonya, bunu başaramadı. AB de gelinen noktada Japonya'dan pek farklı bir kaderi paylaşıyor değil.
Küresel bir güç olmanın yolu sadece askeri güç sahibi olmaktan geçmez; askeri gücün altının sağlam bir ekonomik ve politik yapı ile doldurulması gerekir. Avrupalı patronlar bu yüzden bir yandan 70lerden bu yana devam eden ekonomik durgunluktan çıkmak için uğraşırken bir yandan da AB'yi genişleterek politik birliğini güçlendirmek istiyor. Öte yandan ekonomik olarak ciddi bir büyüme yaşayarak gelişmeden AB'nin genişleme sürecinin, politik entegrasyonu gerçek anlamıyla sağlayıp kendisinden bekleneni vermesi imkansız. Avrupa kapitalizmi, en başta da onun motor ülkeleri, ekonomik durgunluktan bir türlü çıkamıyor, bunun sonucu olarak AB küresel rekabette ABD ve Uzak Asya'daki rakiplerinin gerisinde kalmaktan kurtulamıyor. Bu yüzden de neoliberal ekonomi politikalarıyla işçi sınıfının daha önce elde ettiği haklara saldırıyor.
AB ülkelerine ait son yılların büyüme oranları AB'nin ekonomik durgunluktan çıkamadığını ortaya koyuyor:(GSYİH: Gayri Safi Yurtiçi Hasıla Büyüme Oranı) (Tablo, Avrupa ülkelerinin GSYİH'nın yıllık büyüme oranlarını karşılaştırıyor.)
|
%Büy. Or. 2004 |
%Büy. Or. 2005 |
|
2 |
1.5 |
|
1.6 |
1.8 |
|
1.2 |
0 |
|
3.1 |
3.2 |
|
3.2 |
1.9 |
|
2.787 |
1.973 |
Avrupalı kapitalistler açısından, ekonomik durgunluktan çıkış ekonomik yaşamı yeniden yapılandırmaktan geçiyor. Yeniden yapılandırma neoliberalizmin farklı bir ambalajla sunulmasından başka bir şey değil. Hedef ise işçi sınıfının kazanılmış sosyal haklarını ellerinden almak. AB'li kapitalistler açısından, 1991'de imzalanan Maastrich Anlaşması, neoliberal ajandanın en etkin aracı oldu. Bu anlaşma, hem üye ülkeler arasında politik birliği güçlendirdi hem de ekonomik yeniden yapılanmayı hızlandırdı. Maastrich Anlaşması'nın en önemli iki şartı, "bütçe açığı, GSMH (Gayri Safi Milli Hasıla)'nın yüzde 3'ünden fazla olmamalı" ve "toplam kamu borçları, GSMH'nin yüzde 60'ını aşmamalı" idi. Bu maddeler, işçi sınıfının kazanımlarına saldırının bütün üye ve aday ülkelerde kod adı oldu. Sonuç, özelleştirmeler, emeklilik yaşının yükseltilmesi, işsizlik ödeneklerinin kısılması, sağlık ve eğitime ayrılan payların küçülmesi, iş sürelerinin uzaması idi.
AB ülkelerinde, işçi sınıfının köklü bir örgütlülüğü ve yıllarca süren mücadeleleri ile elde etmiş olduğu geniş sosyal hakları vardı. AB, uzun süredir sürdürdüğü saldırılara rağmen köklü işçi sınıfı örgütlülüğünü ve sosyal haklarını istediği gibi budayabilmiş değil. Sendikalaşma oranları, sendikaların pazarlık gücü, işsizlik ödenekleri, fiili yıllık çalışma saatleri, yıllık tatil süreleri, emek standardları açısından Avrupa işçi sınıfının elde etmiş olduğu sosyal haklar ABD, Japonya, Çİn'in çok ilerisinde. Bu durum, kapitalistlerin sömürü oranlarını yükseltmek konusunda büyük başarılar elde etmiş ABD ve Çin karşısında rekabet gücünü zayıflatıyor. İşgücü verimliliği açısından ABD'den geri kalmayan AB, bu sosyal hakların etkisiyle karlılık açısından ABD'nin gerisinde kalıyor. Bu durumu bir de sayısal verilerle görelim.
ABD ve Japonya'da ortalama bir işçi ortalama bir Avrupalı işçiden daha uzun saatler çalışıyor:
|
1980 |
1990 |
1997 |
1998 |
1999 |
2000 |
Japonya
|
2162 |
2214 |
1983 |
1947 |
1942 |
1970 |
ABD
|
1893 |
1948 |
2005 |
1991 |
1991 |
1986 |
Fransa
|
1759 |
1683 |
1677 |
1672 |
1650 |
1589 |
Almanya
|
1719 |
1517 |
1517 |
1525 |
1525 |
- |
İngiltere
|
1883 |
1953 |
1925 |
1925 |
1902 |
1902 |
ABD ve Japonya'da hem çalışma saatleri daha uzun hem de yıllık izinlerle resmiş tatillerin toplamı AB'den kısa:
|
Ortalama Yıllık İzin |
|
25 |
|
29 |
|
24.5 |
|
18 |
|
25 |
|
28 |
|
25.7 |
|
16.9* |
*ABD'de özel sektörde orta ve küçük işletmede çalışan bir işçinin bu izni kullanabilmesi için 10 yıldır çalışıyor olması gerekmektedir.
Her ne kadar 70'lerden bu yana ve özellikle de Maastrich Anlaşması'ndan sonra, özelleştirmeler nedeniyle sendikalılık oranları düşüyor olsa da sendikalılık oranları AB'de ABD ve Japonya'dan daha yüksek:
|
Sendikalılık Oranı (%) |
|
87.5 |
|
35.4 |
|
32.5 |
|
32.5 |
|
30 |
|
29 |
|
20.7 |
|
15 |
|
13.5 |
Sendikaların pazarlık sürecinin sonuçları AB ülkelerinde ABD ve Japonya'dan daha çok işçiyi kapsıyor:
|
Kapsamı(%) |
|
90-95 |
|
90 |
|
81 |
|
67 |
|
36 |
|
21 |
|
15 |
İncelemelerimizden Avrupa işçi sınıfının ABD, Japonya ve Çin (rakamlar olmasa bile Çin'deki durumu tahmin etmek pek zor olmasa gerek) işçi sınıflarından daha geniş haklara sahip olduğunu anlaşılıyor. Avrupa yönetici sınıfı da 70lerin sonlarından beri bu duruma bir son vermeye çalışıyor.
1977-1999 arasında ekonomik yeniden yapılandırma projesinin bir parçası olan özelleştirmelerin aldığı boyutu aşağıdaki rakamlar gözler önüne seriyor:
|
Özelleştirilen İşletme Sayısı |
Elde Edilen Gelir (milyon dolar) |
Yapılan Özelleştirmenin Hedeflenen Özel. Oranı |
|
14 |
189 400.139 |
1 |
|
75 |
71 576.558 |
0.35 |
|
67 |
81 524.477 |
0.84 |
|
169 |
153 394.000 |
0.48 |
|
80 |
105 936.681 |
0.64 |
|
55 |
59 421.927 |
0.68 |
|
60 |
3 228.023 |
0.16 |
Maastrich kriterlerinin uygulanmasından sonra artan özelleştirmeler sonucunda sendikalılık oranlarının ne kadar gerilediğini şu verilerden anlayabiliriz:
|
1985- 1995 (Değişim % cinsinden ifade edilmiştir ve eksi değerler azalmaya işaret etmektedir.) |
|
-19.2 |
|
-37.2 |
|
-17.6 |
|
-33.8 |
|
-7.4 |
|
-11 |
|
-50.2 |
|
-27.7 |
Sonuç
Özetlersek Avrupa kapitalizmi ekonomik durgunluktan çıkmak için neoliberal saldırılara hız vermek zorunda. Öte yandan AB ülkelerinde, liberalizme sağ partilerden bile daha sadık politikalar izleyen merkez sol iktidarların da katkılarıyla halkın önceki kazanımlarına ardı ardına darbeler vurulmasına rağmen AB emperyalist rekabette gerilemeye devam ediyor. Üstelik süreç iç sorunları da hızla yeryüzüne fırlatıyor. Avrupa'da her geçen gün yoksulluk ve yoksunluktan payını alanların sayısı artıyor. Bunun sonucu olarak bir yandan sosyal muhalefet canlanıyor bir yandan da bu sürecin ilk kurbanları olan yabancılara karşı ayrımcılık güçleniyor ve gettolaşma ve suç şehirleri oluşuyor. Bir yandan da burjuvazi geleceğin olası tehlikeli günleri için “demokrasinin beşiğinde” yeni terör yasalarıyla hazırlık yapıyor. İşin ilginç yanı Türkiye burjuvazisi ve onun sağdan soldan tüm yalakaları AB'yi yere göğe sığdıramasalar da Türkiye'nin tam üyeliği için tahmin edilen süre 15 yıl çok uzun bir zaman. Bu kadar uzun bir süre sonra hayallerdeki AB ile onun gerçek hali arasındaki mesafenin epeyce açılacağı kesin.
Kasım 2005
|