Hızla Değişen Gündemde
KÜRT SORUNU YORUMLAMAK
“Kürtler Osmanlı’dan başlayarak Türk devletine karşı tam 23 kez ayaklandılar. Bunların en sonuncusu PKK önderliğinde 1984’ten itibaren başladı... 5 yıllık bir barış sürecinin 2004’te son bulmasından sonra çatışma ortamına geri dönüldü. Çok hassas dengeler üzerinde kurulu olan Türk-Kürt birlikteliği Bilecik, İstanbul, Bursa gibi illerdeki şiddetli çatışmalar ve linç girişimlerinden sonra çözülme sürecine girmiş gözüküyor.”
ABD’de yayınlanan sağcı Economist adlı derginin Eylül sayısında geçen bu alıntı Kürt sorunu tarihinin çok hızlı bir özetini yaptığı gibi, sorunun derinliğini de gözler önüne seriyor ve bugün geldiği aşamaya dair ipuçları içeriyor.
Ezilenlerin ezenlere, mazlumların tiranlara karşı mücadele etmesi her daim meşru, bu uğurda zulme karşı verilen savaş her daim haklıdır. Devrimciler, sorunu ilk elde böyle ortaya koyarlar. Sınıflı toplumların pislikleri olan her türlü haksızlık, baskı, ezme-ezilme ilişkisine karşı koyma devrimci hedeflerimizle kopmaz bağlarla bağlıdır. O yüzden, Lenin’in “devrimci parti ezilenlerin kürsüsüdür” sözü bizim temel şiarımızdır. Herhangi bir ezme-ezilme ilişkisinde bırakın yanlış safta yer almayı, o ilişkiyi görmezden gelmek, üzerinden atlamak ve hatta o ilişkinin yeterince üzerine gitmemek kendilerine devrimci diyenler için affedilmez bir hatadır ve çoğu kez derinlerde yatan burjuva önyargıların bir göstergesidir. Türk solu, Kürt sorununda bu tarz bir tutumu belki yüzlerce kez takınmıştır. Faşizme karşı ılımlı burjuva güçlerle işbirliğini savunan Stalin’in halk cephesi taktiği gereği CHP'nin tek parti iktidarına şirin gözükmeye çalışan TKP, Kürt köyleri bombalanırken gıkını bile çıkarmamıştır. Yine Türk solunun simgelerinden biri olan “komünist” şair Nazım katliamlar karşısında sessiz kalmayı yeğlemiştir. Gerek sınıf mücadelesinin güçlü olduğu 70’lerde, gerekse de Kürt hareketinin güçlü olduğu 90’larda Türk solu büyük çoğunluğu itibariyle gereken tavırları takınamamış, çoğu kez Kürt hareketiyle arasına önemli mesafeler koyarak onu devletle baş başa bırakmıştır. Silahlı mücadelenin yükseldiği dönemlerde ülkeyi bölmeyin diyenler, uzun ateşkes dönemlerindeyse bunların pili bitti, radikallikleri bu kadardı diyebilmektedir.
Geçtiğimiz aylarda ÖDP’nin başını çektiği aydınlar bildirgesi de aynı soruna ilişkin Türk solunun yaklaşımlarından birisini örnekledi. Aydınlar bildirgesi PKK’nin kayıtsız, koşulsuz silah bırakmasını talep ediyor, silah bırakmanın gerçekleşmesinden sonra da hükümetten Kürt sorununa dair demokratik açılımların gerçekleştirmesini istiyor. Böyle bir yaklaşımın iki yüzlü karakteri hakkında bir çok şey söylenebilir. Sanki, şiddetin asıl kaynağı devletin izlediği baskı, inkar, imha politikaları değilmiş gibi, Kürt hareketine silahsızlanma çağrısı yapmak; devletle hareket arasında devletin belirlediği ve çizdiği şartlarda uzlaştırma girişiminde bulunmak; kendisini devrimci zannedenlerin aslında radikal burjuva demokratlar olduğunun bizce en iyi kanıtı.
Esasında, burjuva demokratik bir devletin normal şartlar altında benzeri bir ulusal sorunda takınacağı tavır, aydınlar bildirgesinde ifade edilen çerçeveyle büyük paralellikler arz edecektir. Örneğin İngiliz devletinin IRA karşısında izlediği siyaset tam da böyle bir yaklaşım etrafında örülmüştü, hatta İngiliz devleti IRA’nın siyasi kanadı sayılan Sinn Fein ile defalarca masaya oturup pazarlık yapmış, böylelikle de örgütle diyaloğa geçmiştir. Yine İspanya’da Zapetero hükümeti ETA ve onun siyasal temsilcileriyle masaya oturulması için ETA’nın ‘kayıtsız koşulsuz’ silah bırakmasının şart olduğunu belirtmiştir. Öte yandan Türkiye egemen sınıfı ulusal sorunda böyle bir açılımı ortaya koyamaz. Türkiye’de ulus devlet tepeden inme yollarla sivil ve askeri devletlü kesim tarafından inşa edilmiştir. Burjuvazi, sivil ve askeri bürokrasinin saksısında yetiştiği için her geçen gün güçlenen konumuna rağmen kritik konularda sivil ve askeri bürokrasiyle karşı karşıya gelmeyi göze alamaz. Bu yüzden, devletçi sivil ve askeri bürokrasinin kırmızı çizgilerinin çok sert çizildiği bazı konularda TÜSİAD ve eşrafı kendi yaklaşımlarını ancak burjuvazinin en ileri kanadının sözcüsü gibi çalışan gazeteciler ile akademisyenler, yazarlar gibi entellektüeller vasıtasıyla dillendirir. Hele sorun Kürt sorunuysa as kalemşörler bir kenara çekilir, fazla yıpratılmak istenmez, böyle durumlarda yedekteki zaten “radikal” diye bilinen fikir adamları görev başına geçer. Mesela, türban, imam hatipler, YÖK gibi konularda bile sesini çıkaramayan tekelci sermayenin bu kanadı yerine burjuva medyadaki aslar söylenemeyenleri söylemektedir. Ama sorun Ermeni meselesi ya da Kürt sorunuysa “devletlü” kesimler karşısında aslar bile dayanamaz; görev “radikallere” düşer. İşte son aydınlar bildirgesinde ismi olan Ahmet Hakan gibi isimler TÜSİAD’ın Kürt sorunundaki çıkmayan sesidir. Egemen sınıfın TÜSİAD'ın simgelediği kanadının tarafında olan Tayyip Erdoğan ve hükümet de bildirgeye destek vermiştir. Böyle yaparak temsil ettiği sınıf kadar temkinli davranmayan hükümetin yakın gelecekte bunun faturasını ödemesi muhtemeldir. Kürt hareketiyle hiçbir dayanışma göstermeyen ve kader birliği hissetmeyen ÖDP’ye ve bildirgede imzaları olan (durumun farkında olmayan bazı saflar bir yana) solculuğu tasdikli aydınlara gelince.. Sınıf hareketinin kendilerini umutlandırmadığı böyle bir dönemde bu kişilerin temel misyonu, TÜSİAD ile devletlü kesim arasındaki çatışmada yönetici sınıfın liberal kesimine AB ve burjuva demokrasisi uğruna soldan destek vermektir. Zira bu saydıklarımız, son dönemde artan çatışmalar yüzünden AB hayalinin suya düşeceği korkusuyla panikleyip bir şeyler yapma gereği hissettiler.
Kitlesel Mücadelenin Gücü
Kürt hareketi ise bildirgeyi ve başbakanın bildirgeyi desteklemesini kısa dönemdeki temel gayesi olan muhatap alınma hedefine bağlayarak 1 aylık ateşkes ilan etti. Bu bir aylık periyotta hükümetin Kürt sorununda yeni açılımlar getirmesinin kalıcı barış sürecinin hayata geçmesinde önemli bir adım olacağını deklare ettiler. Ne var ki hükümetin böyle bir adımı atacak ne niyetinin ne de gücünün olduğu kısa bir sürede açığa çıktı. Üstüne üstlük TSK yaptığı üst üste operasyonlarla süreçteki tavrını bir kez daha ortaya koydu. Ateşkes ilan edildiği dönemde birçok gerilla öldürüldü. Öldürülen gerillaların cenazelerindeki büyük kalabalıklarla başlayan süreç İstanbul. Mersin, Diyarbakır, Adana, Hakkari, Şırnak, Batman, Van gibi illerde yapılan kitlesel militan gösterilerle devam etti. Bu gösterilerin etkisi o kadar güçlüydü ki tüm Türkiye kamuoyunu şaşkınlığa düşürdüğü gibi Türk egemen sınıflarını da oldukça ürküttü. Gerek öldürülen gerillaların cenazelerinde, gerekse de Öcalan’a destek gösterilerinde biraraya gelen büyük kalabalıklar, Türkiye halklarına Kürt sorununun anlatıldığı gibi basitçe sadist bir terör örgütünün eylemlerinden ibaret olmadığını en iyi şekilde gösterdi. Bu ise her şeyden önce hareket için büyük bir meşruiyet kaynağıdır.
Irak Savaşı’nın yarattığı ortamda Kuzey Irak’ta şekillenen Kürt devleti Türkiye yönetici sınıfını ve diğer küçük burjuva milliyetçilerini müthiş tedirgin etmektedir. Ulus devletin parçalanma korkusunun, en son kitle eylemlerinde açığa çıkan Kürt ulusal hareketinin devasa enerjisiyle daha da büyüdüğü Genelkurmay’ın son çıkışlarıyla açıkça görüldü. Yaşar Büyükanıt’ın ortaya attığı iki yaklaşım üzerinde durmakta yarar var. Teröre karşı topyekün mücadele çağrısı ve Filistinleşme tehlikesi. Topyekün mücadele ve ulusal seferberlik çığlıklarının ardından Türkiye yeniden linç girişimlerine sahne oldu. Hatta Bozüyük’teki basbayağı katliam girişimiydi. Hendek, Bursa, Seferihisar, Ayvalık gibi yerlerde faşist güruhların kanlı provokasyonlarının arkasının gelebileceğini düşünmek için birçok nedene sahibiz. Bu nedenle içinden geçtiğimiz dönemde devrimci Marksistlere anti-faşist vurguyu ve birliği artırmak gibi önemli sorumluluklar düşüyor. Bulunduğumuz her alanda milliyetçi, ulusalcı, adı her ne olursa olsun, her türden şovenizme karşı mücadeleyi yükseltmemiz gerekmektedir. Bu ülkede, tutarlı enternasyonalist olmanın en temel kriterinin Kürt sorununda doğru tutum almak olduğunu ve ezilen ulusun esaret altında yaşadığı sürece ezen ulusun da özgürleşemeyeceğini yılmadan anlatmak devrimcilerin bu süreçteki en başta gelen görevidir.
Yeni ortaya atılan Filistinleşme kavramı da olsa olsa TC ile Kürtler arasındaki mücadeleyi Filistinliler’in İsrail devletine karşı verdiği mücadeleyle benzer bulma eğilimi taşımaktadır. Kürtlerle asker ve polis arasında şehirlerde yaşanan yoğun çatışmalar, Yaşar Büyükanıt’a Filistinlilerin intifadasını hatırlatmış olacak. Filistinleşme kavramının ardından sınıf düşmanlarımızın sınıf içgüdülerinin güçlülüğünü ortaya koyan şu yorum geliyor: “Durum silahlı terörist faaliyetlerin yoğun olarak yaşandığı 1990’lardan daha tehlikelidir.” Devrimci Marksistler, Kürt hareketini daima şehirlerin ve kitlesel mücadelenin önemini kavrayamamakla eleştirmiştir. Kapitalist toplumların kalbi şehirlerdir, kırsal kesim ve köyler kentleri takip ederler; o yüzden dönüşümler kentlerden başlar. Kitlesel ve militan bir mücadeleyle Kürt hareketinin egemen sınıf üzerinde yaratacağı basınç, dağda üç beş tane askerin ölümünden çok daha büyük olacaktır. Zorunlu askerlik sırasında ölen o insanların egemen sınıfların hiç umrunda olmadığı, hatta egemen sınıfın o insanlardan Kürtlere saldırmak için yararlandığı gözden kaçırılmamalıdır.
Kürt hareketinin eksik kaldığı önemli noktalardan biri de Türk toplumsal muhalefet odaklarıyla olan ilişkisinin zayıf kalmasıdır. Kürt halkı, Türk işçi sınıfının desteği olmadan özgürleşemez. Yine de ezen ulusun devrimcileri bilmelidir ki bu ilişkiyi güçlendirmekte asıl sorumluluk onlara düşmektedir.
Ulusal Sorunun Özüne Dair
Sol gruplar Kürt hareketinin ABD ile yakın temasta bulunduğu haberlerine “mal bulmuş mabeyinci gibi” atıldılar. Büyük bir şevkle Kürt hareketinin yozlaşmasının nerelere kadar geldiğinden, emperyalizmin işbirlikçiliğinin söz konusu olduğundan falan dem vurmaya başladılar. Hızlı bir saldırı kampanyasına geçip “aşırı solcu-sol komünist” pozlar takınan bu kesimler, kendi egemen ulus önyargılarını bu tarz aşırı solcu kılıflarla gizleyerek ezilen ulus hareketine saldırma şansı yakaladılar. Örneğin TKP bir yandan Kürt hareketine sözü edilen gerekçelerle “soldan” saldırıya geçerken, bu vatanı burjuvazinin bölünmekten kurtaramayacağını, çözülüşü ise “komünistlerin” engelleyebileceğinden bahsediyor. TKP Lenin’in “küçük burjuvazinin hastalıkları aşırı solculukla oportünizmin bir paranın iki yüzü gibidir” benzetmesine örmek sunmakta gayet cömert davranıyor.
Kürt hareketinin emperyalist çatlaklara oynaması karşısında kafası karışan samimi dostlarımıza ulusal hareketin doğasını bir kez daha hatırlatalım. Ulusal hareketler adından da anlaşılacağı üzere bir sınıf hareketi değildir. Çok heterojen bir yapıya sahiptir, bünyesinde işçisinden, köylüsüne, küçük burjuvasından, bazen burjuvalara kadar geniş bir sosyal yelpazeyi barındırır. Dolayısıyla, çok fazla tekrarlanan, ulusal hareketleri kızıla boyama yanlışına düşmemek gerekir. Ulusal hareketler devrimci, sosyalist, proleter eksenli yapılanmalar değildir, çünkü onların üzerlerine bastıkları temel çelişki sınıfsal değil ulusaldır. Bu, hareketin bayrağında orak çekiç varken de böyleydi. Dolayısıyla temel amaç, ezilen ulusun özgürlüğüdür. Kürt hareketinin İstanbul’da düzenlediği eylemleri izleyenler sakallı hacı dedelerden, genç kadın ve erkeklere ve örtülü orta yaştaki kadınlara dek uzanan farklı sınıflardan oluşan ve milyonlarca kişiyi kapsayan bir halkı yansıtan bir tablo gördüler. Böyle bir hareketin sıkı, komünist ilkelerle hareket etmesi beklenemez. Ulusal hareketlerin söz konusu doğasını anlamayanların son gelişmeler karşısında hayal kırıklığına uğraması doğaldır. Bir soruna, ancak onu doğru kavrayanlar çözüm getirebilirler.
Eylül 2005