AVRUPA BİRLİĞİ KİME, NE GETİRİYOR?

Yaşanan iki dünya savaşı deneyimi Avrupalı büyük güçlere (Almanya, İngiltere, Fransa gibi) kendi başlarına, dünya düzeyinde etkili bir şekilde rekabet edemeyeceklerini gösterdi. Özellikle 2. Dünya Savaşı, Avrupa için büyük bir yıkım getirdi. Avrupa kıtası, batısı Amerika hegemonyasında, doğusu SSCB hegemonyasında olmak üzere paylaşılmıştı. Bu durumdan kurtulmak için Avrupalı güçler, kaynaklarını daha etkin kullanmak ve yıkılmış ülkelerini tekrar ayağa kaldırmak zorundaydılar. Bu nedenle, Avrupa'daki rakip kapitalist devletler kıtadaki kaynak ve pazarları kontrol etmek için birleştiler. İşte böyle bir çabanın sonucu olarak, Avrupa Birliği'ne giden yol açıldı. İlk olarak 1951'de Paris Anlaşması ile Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kuruldu. Bu oluşum, 1957'de imzalanan Roma Anlaşmasıyla Avrupa Ekonomik Topluluğuna dönüştü. Bu anlaşmalara imza atan ülkelerin hedefi, ekonomik bütünleşmeyi sağlamak ve böylece diğer büyük güçler karşısında rekabet güçlerini birlik olarak artırmaktı. 1968'de gelinen nokta ise üye ülkeler arasında bütün sanayi mallarında ve tarım ürünlerinin çoğunda gümrük birliğinin oluşturulmasıydı.

Avrupa Ekonomi Topluluğu'na üye ülkeler, 1950 ve 60'larda, dünya çapındaki ekonomik genişlemenin etkisiyle hızlı bir ekonomik büyüme yaşadılar. Ancak işler hep böyle istenildiği gibi gitmiyordu: 1970'lerde dünyayı sarsan kriz, AET devletlerini de vurdu. Avrupalı patronlar açısından krizden çıkışın yolu 1950 ve 60'larda işçi sınıfının mücadeleleri sonucu elde ettiği hakları budamaktan geçiyordu. 80'li yıllarda, kendisini Türkiye'de de darbe ile yaşama geçiren bu saldırılar dünya çapında yaşandı. İngiltere'de bu saldırının merkezinde Margaret Thatcher (namı değer demir leydi) vardı. Türkiye'de Özal ile özdeşleşen neo-liberal saldırıların benzerleriyle Thatcher, İngiliz işçi sınıfını büyük bir yenilgiye uğrattı. Bunun sonucunda işçi hareketinin büyük bir kısmı AB'ye daha sempatik bakmaya başladı. Patronlarını yenilgiye uğratamayan İngiliz işçi sınıfı, Thatcherizme bir alternatif olarak Avrupa Komisyonuna bel bağladı. Bu durum hiç birimize yabancı gelmese gerek. 1980 döneminde neo-liberal saldırılardan kaçmak için AB'yi alternatif olarak gören İngiliz işçilerinin bakış açısı, bugün Türkiye'de AB'ye umut olarak bakanlardan pek farklı değil.

İngiltere'de ve diğer Avrupa ülkelerinde patronların krizden çıkmasını sağlamak ve pazarda rekabet gücünü artırmak için işçi haklarına yönelik saldırıları büyük oranda günümüze kadarki süreçte tamamlandı. Şu an bu ülkelerdeki işçi sınıfı açısından durum saldırıların derinliğinin artırılması (haftalık çalışma saatinin 40 ve ileriki süreçte de 50 saate çıkarılması gibi) şeklinde işliyor. Türkiye'de ise yaşanan dinamikler farklı süreçleri beraberinde getirdi. Her ne kadar 80 darbesi ve sonrasında Özal hükümetleri işçi haklarına yönelik saldırılar için önemli bir başlangıç oluştursa da, 89'da başlayan ve 90'ların başında devam eden işçi hareketi, 90lı yıllar boyunca süren Kürt hareketi ve İslami hareket, 1995'deki işçi eylemlilikleri ve koalisyon hükümetlerinin körüklediği kronik istikrarsızlıklar kapitalistleri saldırılarını derinleştirmekten alıkoydu. AKP iktidarı ile kapitalistler, Özal'dan sonraki en istikrarlı sürece girmiş oldu. Artık politik alandaki sıkıntılarla uğraşmak zorunda kalmayan Türkiye burjuvazisi ekonomik alandaki saldırılarını genişletme imkanı buldu. Bu süreç dahilinde, Türkiye tarihi boyunca duyulmamış saldırılara ya da bu konuda geleceğe yönelik hedeflere tanık oluyoruz: SSK'ların satılması, memurların sözleşmeli çalışan statüsüne geçirilerek iş güvencesinin ortadan kaldırılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, KİT'lerin engele takılmadan elden çıkarılması, devletin küçülmesi için Köy Hizmetleri gibi kurumların ortadan kaldırılması, vb. Saldırıların artışına paralel olarak başka bir sürece daha tanıklık ediyoruz: insanların Avrupa Birliği'ne yönelik beklentilerinin artışı. Süreci bilenler fark ederler ki, insanların Avrupa Birliği'nden beklentileri, 90'lardaki benzer beklentilere göre çok daha yoğun. Bu durumu iki nedene bağlamak mümkün. Öncelikle, Türkiye burjuvazisinin istikrar sağlamasıyla ve tabii ki krizinin derinleşmesiyle birlikte saldırıların amansız hale gelmesi önemli bir neden. Avrupa Birliği ülkelerinin birer cennet olarak anlatıldığı Türkiye'de, insanlarda istedikleri refah düzeyine AB'ye girerek ulaşacakları yönünde beklentilerin oluşması anlaşılır bir durum. İkinci olarak da, toplumsal mücadele dinamiklerindeki değişime bakmak lazım. 90'ların başındaki işçi hareketi ve 90'lar boyunca devam eden başka toplumsal muhalefet odakları (Kürt hareketi, İslami hareket) kapitalistlerin saldırılarına karşı toplumsal mücadeleleri alternatif olarak koyarken, bugün Türkiye'deki toplumsal mücadeleler (işçi hareketi de dahil olmak üzere) bir alternatif sunmaktan uzak. Ekonomik saldırılarla yaşam standardı düşürülen, yoksulluğa ve zaman zaman işsizliğe mahkum edilen işçi sınıfı ve diğer yoksul kesimler açısından toplumsal mücadelenin seçenek sunamadığı koşullarda insanların umutlarını bu tür kurumlara bağlamaları bizim açımızdan anlaşılır olmalı. Marks'ın belirttiği gibi tarihi sınıf savaşımlarının bir ürünü olarak değil de kralların, imparatorların tarihi, yani yukarıdan değiştirilen bir olgu olarak öğrenen ve böyle düşünmeye alışmış bizler açısından birkaç “iyi” yöneticinin ya da kurumun biraraya gelmesiyle işlerin yoluna gireceği inancına sahip olmamız oldukça doğal.

Peki AB gerçekten bize ekonomik refah ve demokrasi sunuyor mu?

AB'nin gelişimi açısından önemli bir adım 1957 Roma Anlaşması ise, diğeri de 1991'de imzalanan Maastrich Anlaşması'dır. Bu anlaşma Avrupa Birliği'nde ekonomik ve parasal geçiş koşullarını belirlemiştir. Ayrıca bu anlaşma ile üye ülkelerin ekonomilerinin kamu açığı, kamu borcu, enflasyon, faiz oranı gibi büyüklüklerine sınırlar getirildi. Tek para politikasıyla üye ülkelerin ekonomik politikaları arasında uyum sağlamayı amaçlayan bu süreç 3 aşamada gerçekleştirilecekti. Ortak para birimi olacak olan “Euro”ya geçişi oluşturan 3. aşamaya ülkelerin geçebilmesi için bazı kriterlere uymaları gerekiyordu:

•  Enflasyon oranı, enflasyonun en düşük olduğu üç ülkenin ortalamasını 1,5 puandan daha fazla aşmamalıdır.

•  Uzun vadeli faiz oranları, en düşük faiz oranına sahip üç ülkenin ortalamasını 2 puandan daha fazla aşmamalıdır.

•  Bütçe açığı, GSMH (Gayri Safi Milli Hasıla)'nın yüzde 3'ünden fazla olmamalıdır.

•  Toplam kamu borçları, GSMH'nin yüzde 60'ını aşmamalıdır.

Bu kriterlerle, ortak Avrupa pazarı oluşturmak hedefinde olan Avrupalı patronlar, ürünlerini sokacakları ve hatta yatırım yapacakları ulusal pazarlarda istikrarı sağlamak gayesindeydiler. AB açısından, sürekli çalkantılarla sarsılan Türkiye'nin ekonomik ve siyasal yapısında istikrarının sağlanması çok önemli. Türkiye'de bu istikrara ulaşma anlayışı sadece piyasa çevrelerinde değil işçi sınıfı içinde de kendine büyük bir destekçi kitlesi bulmaktadır. Devlette yaşanan sorunları kamu sektöründeki çalışan sayısının fazlalığına bağlamaya alışkın olan bizler açısından “istikrar” her türlü sorunu çözecek sihirli bir anahtar gibi. Ancak toplumun üretim ilişkilerinde farklı pozisyonlarda bulunan (fabrikalara sahip olup çalışmadan, sömürerek yaşayanlar ve yaşamak için çalışmak zorunda olanlar gibi) gruplara, yani sınıflara bölünmüş olduğu göz önüne alındığında her bir kavramın bu sınıflar açısından farklı anlamlara sahip olduğu ortaya çıkıyor. “Karlı bir işletme” patron açısından zenginliğin ve rekabet gücünün artması demek iken, o işyerinde çalışan bir işçi açısından daha çok sömürülmek, sigortasız çalışmak, sendikasız olmak, daha uzun saatler çalışmak, daha geç emekli olmak, daha az izin ve daha düşük ücretler demektir. Bugün piyasaya bakıldığında parça başına en çok kar eden işletmelerin sendikasız, sigortasız, asgari ücret ya da daha az ücretlerle, çoğunlukla da çocuk işçi çalıştıran işletmeler olduğunu görürüz. Herkes bilir ki bir patron açısından üretimden önce makinenin yıpranma masrafı, fabrika kirası, hammadde, işçi ücreti ve elektrik vb.'den başka bir masraf yoktur. Sonuçta ortaya çıkanı sattıktan sonra elinde kalan miktar, bu ilk maliyetten ne kadar yüksekse o kadar kar vardır. Durum böyle olunca sabit masraflardan (makine masrafı, hammadde, elektrik gibi) fazla kısılamayacağından karı artırabilmenin iki temel yolu vardır. Ya işçiye daha düşük ücret vereceksin. Ya da daha uzun zaman çalıştırıp yine dolaylı olarak ücretini düşüreceksin. Bütün bunlardan çıkarılabilecek tek sonuç, bir patron ve bir işçi açısından aynı olayın farklı ve hatta zıt anlamlar taşıdığı olmalı. Öyleyse sürekli istenilip durulan bu sihirli “istikrar”ın da farklı anlamlar taşıdığını görmek gerek. Mesela, bütçe açığını GSMH'nın yüzde 3'üne indirme çabası işçiler açısından vergileriyle oluşturulan hastanelerin, postanelerin, ulaşımın, eğitimin ve benzeri bir dizi kurumun satılması demektir. Zaten çalışanların ceplerinden ödediği vergilerle oluşturulan bu kurumların özelleştirilmesinden sonra hizmetleri için ödenecek paralar, patronların karlarını artırmak için işçi sınıfının iki defa soyulmasından başka anlam taşımayacak. İşçilerden alınan paralarla sermaye finanse edilmiş olacak. Bu nedenle bütçe açığını azaltma çabası pratikte, patronlar açısından zenginlik, işçiler açısından katmerlenen yoksulluk demektir.

Sermayenin bu tarz saldırıları Türkiye'ye özgü değil. Dünyanın her yerindeki patronlar krizin bedelini işçi sınıfına yıkmak için mücadele ediyor. AB tarihi de bunun güzel bir örneği. 70'lerle başlayan krizden çıkmak için Avrupalı patronların işçilerin haklarına nasıl saldırıldığına bir göz atalım.

Bütçe açığının GSMH'ın yüzde 3'üne indirgeme politikası, 90'larda İtalya'yı da vurdu. 1992'de İtalya'da bu oran yüzde 10'du. Bu oranı yüzde 3,2'ye indirmenin bedeli işçilere yönelik sosyal harcamaların kısılması idi. Bu dönemde yapılan “reformlar” ile emeklilik yaşı erkeklerde 65, kadınlarda 60'a çıkarıldı. Yaştan bağımsız olarak da emekli olmak için çalışılması gereken yıl sayısı 37 oldu.

Avrupa Para Birliği'ne geçişle birlikte gelen acı reçeteye karşı Fransa işçi sınıfı 1995'te, 1968'den sonraki en büyük protesto eylemleriyle yanıt verdi.

Almanya'da da 1996 yılında, 1956-57 yıllarındaki 114 günlük genel grevle kazanılan hasta olunan günlerde maaşı kesintisiz olarak alma hakkına saldırıldı. Hedef hasta oldukları günlerde çalışanlara ücretlerinin %80'nini ödemekti. Ancak, Alman işçi sınıfının mücadelesi patronlara ve hükümete geri adım attırdı.

Avrupa Birliği'ne üye ülkelerde işlerin bize çizildiği gibi toz pembe olmadığını, orada da işçiler ile patronlar arasında kızgın bir sınıf mücadelesi yaşandığının kanıtlarını istatistiklerden de görmek mümkün. Bu saldırıların boyutların ilişkin bilgi veren diğer bir alanda işsizlikteki artıştır. Üç önemli Avrupa ekonomisinde 1975'deki işsizlik oranları 1998'e gelinceye kadar 3 katına yükseldi:

 

Avrupa'da işsizlik (%)

Yıl

Almanya

Fransa

İtalya

İngiltere

1975

3.4

4.2

3.4

4.6

1998

9.4

11.7

12.3

6.3

İşsizliği artıran önemli nedenlerden biri krizin yarattığı etki ise diğeri de KİT'lerin ve kamu hizmet alanlarının AB anlaşmalarının doğal bir sonucu olarak özelleştirilmesidir.

Yine Avrupa'nın sendikalara rahatlıkla hareket edebilecekleri bir alan sağlayacağı, yani demokratikleşme sağlayacağı iddialarına en güzel yanıt Avrupa'daki esnek ve sendikasız çalışmanın, kuralsızlaştırmanın aldığı boyuta göz atmaktan geçiyor. Aşağıda göreceğiniz tablo, Maastrich kriterlerinin uygulanmaya başlandığı dönemi de içine alan 1985-95 yılları arasında işçi ve memur sendikalarının üye kayıplarını ortaya koyuyor:

AB ülkeleri

1985-1995 (Değişim % cinsinden ifade edilmiştir ve eksi değerler azalmaya işaret etmektedir)

Avusturya

-19.2

Fransa

-37.2

Almanya

-17.6

Yunanistan

-33.8

İtalya

-7.4

Hollanda

-11

Portekiz

-50.2

İngiltere

-27.7

Avrupalı patronların niyetlerini görmek açısından, 1993'te Helmut Kohl'un sözleri önemli: “Kısa çalışma saatleri, artan ücret maliyetleri ve uzun tatillerle, bizim rekabet gücümüz tehdit altında. Basit gerçek şu ki, başarılı bir sanayi devleti kendisinin kolektif bir boş vakit parkı gibi örgütlenmesine izin veremez.” Bu sözler, Avrupalı patronlar açısından Avrupa işçi sınıfının kazanımlarının nasıl büyük kayıplar olarak algılandığını gösteriyor.

AB'nin ortaya koyduğu her türlü kriter, Avrupalı patronlarının karlılığı artırmak için ekonomiyi ya da politik sistemleri işçiler aleyhine yeniden yapılandırmaktan başka bir anlam taşımıyor. 15 yıldır devam eden her türlü saldırıya karşın 1997'de Avrupa ülkelerinde ulusal gelirlerin %50'sinin hala kamu sektörüne ait olduğunu görüyoruz. Buna karşın, ABD'de durum farklı. 2002'de yapılan bir araştırmaya göre, ortalama bir ABD işçisi ortalama bir Fransız işçisinden 270 saat, Alman işçisinden 371 saat daha fazla çalışıyor. Yine, ortalama bir ABD işçisi ortalama 16 gün gibi çok kısa bir tatile sahipken Avrupa içindeki en az tatil hakkının olduğu İngiltere'de bile bu rakam 28 gün. Bütün bu örneklerden yola çıkarak Avrupa içindeki saldırılarla Avrupalı patronların, ABD-tipi çalışma pratiklerini yürürlüğe sokmaya çalıştıklarını söyleyebiliriz.

Bütün bu saldırılar karşısında çok yakın zamanda ve hatta şimdi bile devam eden Avrupalı işçilerin mücadelelerini de görmekteyiz. Örneğin Almanya'da sosyal harcamalardan yapılan ve yapılması planlanan kesintilere karşı son dönemlerde görülen en büyük işçi eylemleri yaşandı. 500 binden fazla çalışan sürekli olarak hükümetin saldırılarına karşı alanları doldurdu. Bu mücadele, Hollanda'ya da yayıldı ve Hollanda'da 13 yıldan sonra ilk defa kitlesel eylemler yaşandı.

Bütün bunlardan sonra sormak gerekiyor ki: Avrupa'nın ortaya koyduğu pratikler, Avrupalı işçiler için bir mücadele nedeni olmuşken Türkiye'ye refah getireceği nasıl düşünülebilir? Maastrich Kriterleri ile getirilen yaptırımlar SSK'ların satılması, Köy Hizmetlerinin kapatılması, KİT'lerin özelleştirilmesi gibi işçi sınıfına yönelik saldırılara denk düşmüyor mu?

Toparlamak gerekirse AB, birliğin işleyişini bozmayacak bir istikrarı üye olacak ülkelerde yakalamak istiyor. Türkiye'ye ve diğer adaylara yönelik kriterleri de bu istikrarı sağlamaktan başka bir amaç taşımıyor. Ekonomik kriterlere ek olarak istenen politik kriterlerin, istikrar arayışının yanı sıra üye ülkelerde ortak bir zemini yakalamak ve pazarlık sırasında kullanılabilecek kozlar olmak gibi bir anlamları var. Türkiye yönetici sınıfı ise, hem bu saldırılarla işçi haklarının budanmasından hem de uzun vadede de böyle bir emperyalist ittifakın içinde yer alarak etkinliğini ve rekabet gücünü artırıp ekonomisini güçlendirme peşinde. Ancak Türkiye burjuvazisi Avrupalı sınıf kardeşlerine göre daha güçsüz olduğundan kendi çıkarlarına da genelde uyan, ama zaman zaman da çelişkiler barındıran kriterlere uyup uzun vadedeki çıkarları için gerekirse kısa vadedeki çıkarlarından feragat edebiliyor.

En son olarak önemli bir tartışma olan demokrasi noktası gelmek lazım. Türkiye'de, AB'nin ekonomik saldırılar içerdiğinin farkında olup da buna rağmen demokrasi beklentisi ile bu duruma razı olan insanlar var. Bu insanlar, Avrupa'da burjuva demokrasisinin sınırlarının daha geniş olmasından kaynaklı Türkiye'nin de AB girmesiyle birlikte böyle bir yönelimde olacağı beklentisindeler ya da en azından AB'nin Türkiye'yi buna zorlayacağını düşünüyorlar. AB'nin Türkiye ile pazarlıkta elini güçlendirecek kozlar olarak ortaya sürdüğü demokratik kriterlerde bu illüzyonları güçlendirmekte. Ancak yaşanan şu birkaç yıllık süreç hepimize bir şeyler öğretmiş olmalı. Hepimiz, hala gözaltında insanlar işkence görür ya da öldürülürken, ya da terörist denilerek kentin göbeğinde evinden çıkan bir adam ve çocuğuna kurşunlar yağdırılırken ve benzeri birçok hak ihlali devam ederken AB'nin bir anda Türkiye'yi demokratik olarak nitelendirmesine tanık olduk. Sorun AB açısından, Türkiye'nin ekonomik kriterler yolunda istekliliğini belirtmesi, pratik uygulamalara girişmesi ve ABD'nin Orta Doğu'ya, Irak'a müdahalesi nedeniyle AB'nin Türkiye ile bu bölgeye komşu olma isteğiydi. Türkiye'nin AB açısından ne kadar uygun olup olmadığını bunlar belirledi. Türkiye'de demokrasinin ne durumda olduğu AB patronları için önemsiz ayrıntılar. Bunu Avrupalı patronların kendi içlerindeki ve diğer ülkelerdeki baskıcı uygulamalara karşı tepkisinden anlamak mümkün. Avrupalı patronların, kendi ülkelerine girmeye çalışan yüzlerce insanın sınırlarında kötü koşullar nedeniyle ölmesinden hiçbir şekilde rahatsız olmadığını, Cenova'da bir İtalyan gencini öldürmekten çekinmediğini, kendi çıkarlarıyla uyuşan diktatörleri desteklemekten geri durmadığını gördük. Üye ülkelerden demokratik diye nitelendirilen İspanya'da Bask bölgesinin bağımsızlığı için mücadele eden ETA militanlarının ve BASK'lı liderlerin öldürülmesi için kurulan faili meçhul ölüm timlerini hepimiz hatırlarız. Daha çok kısa bir zaman önce BASK'ın bağımsızlığını savunan Heri Batasuna partisinin kapatıldığını hepimiz biliriz. Bunun Türkiye'de DEP'i; HADEP'i kapatmaktan ne farkı var? Ya da İngiltere'nin İrlanda'nın bağımsızlığı için savaşan IRA'lı tutsaklara işkence yaptığını gördük. AB yöneticileri, halka karşı, Endonezyo'da baskıcı diktatör Suharto'yu devrilene kadar destekledi. Aynı sürece 1980 darbesi sırasında ve sonrasında Türkiye'de önemli bir örnek teşkil eder. O dönemin Almanya elçisi, darbeden sonra “geçmiş ayların istikrarsızlığı sona erdi, üretim sektöründe artık grevler yok” dedikten sonra “ekonominin iyiye gittiğini” ekliyordu. İstikrarın patronlar için sağlanmasından sonra, Almanya sermayesi Türkiye daha çok yatırım yaptı. Ancak, Almanya'nın darbe mağdurlarını korumaya niyeti yoktu. Darbeden birkaç hafta sonra, Almanya Türkiye'ye vize uygulaması başlatarak darbeden kaçmak isteyenlere kapılarını kapattı. Bütün bu deneyimlerden anlaşılması gereken şudur: patronlar için istikrarı sağladıktan sonra bir ülkede yönetimde kimlerin olduğu, ne tür uygulamalar yaptığı Avrupalı patronları hiç de ilgilendirmiyor.

Bütün bu AB ile ilgili değerlendirmelerden sonra, gelelim ona karşı nasıl bir tutum izlememiz gerektiği sorununa. Öncelikle sol çevrelerdeki AB tutumlarını ve eksiklerini incelemenin önemli olduğunu düşünüyorum. AB tartışmaları açısından solu iki büyük kanada ayırmak mümkün. Birinci kanadı AB'ye Türkiye'nin girmesine destek veren ÖDP'nin çizgisi ile özdeşleştirmek mümkün. Diğer çizgi ise TKP, EMEP ve diğer küçük çevrelerin tutumunda kendini gösteriyor. Bu iki kanat, Türkiye yönetici sınıfında AB konusunda oluşan iki cepheye denk düşüyor. Bir yanda TÜSİAD, diğer yanda askeri ve sivil bürokrasinin bir kısmı. ÖDP kanadı, AB'nin Türkiye'ye demokrasi getireceğini savunurken TÜSİAD'ın programının arkasına takılmaktan başka bir şey yapmıyor. Avrupa Birliği bir patronlar kulübü olduğuna göre, iddia edildiğinin aksine Avrupalı emekçilerin bu kurumu etkileme gücü bizim meclisi etkileme gücümüzden fazla değil.

Diğer kanattaki TKP, EMEP ve diğer küçük sol çevreler ise AB karşıtlığını milliyetçi bir çizgiye dayandırmış durumda. Bunların önerdiği politikaların, pratikte ordu ve sivil bürokrasinin bir kısmının çizgisine düştüğünü söylemek gerekli. Bu çizgi, Türkiye yönetici sınıfı ile uğraşmadan Türkiye'yi AB'nin istediklerini yapmak zorunda kalan zavallı bir ülke olarak gösteriyorlar. Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecinin bu kanatta, “kuzuyu kurda teslim etmek” olarak görülmesi durumu en iyi şekilde özetliyor. Gösterildiğinin aksine Türkiye kuzu, AB'de kurt değil. Türkiye'nin AB'ye girme çabası bir zorunluluğun sonucu değil, bilinçli bir tercih. Türkiye yönetici sınıfı AB'nin hem işçi sınıfına yönelik saldırılarda ortak bir program önerdiğinin hem de üyelikle birlikte bölgedeki gücünü artırma imkanı bulacağının farkında. Türkiye daha güçlü bir şekilde bölgeye müdahale etmek için bu üyeliğin peşinde. Kuzey Irak'a istediği zaman müdahale edebilmek, Azerbaycan'da gibi ülkelerde darbe yaptırabilmek, Suriye'ye kafa tutabilmek istediği için AB üyesi olmak istiyor. Sonuçta milliyetçi bir AB karşıtlığı Türkiye işçi sınıfının mücadelede elini güçlendirmiyor, zayıflatıyor. Marks, işçi sınıfı mücadelesinin öncelikle kendi yönetici sınıfına karşı olması gerektiğini söyler. Bu tutum, işçileri patronlara karşı mücadele etmekten çok “halk olarak”(gerekirse patronlarla birlikte) emperyalist güçlere karşı mücadelede birleştirme peşinde. İçerde kendi yönetici sınıfını alt edemeyen bir işçi sınıfının emperyalist ilişkilere müdahale etme şansı hiç yok. Bu tutumla ilgili diğer bir vurgulanması gereken noktada kendini “Yankee go home” ile ifade edenlerin, Avrupa ve ABD işçi sınıfıyla Türkiye işçi sınıfının ortak çıkarlara sahip olduğu ve ortak talepler için birlikte mücadele etmeleri gerektiği ve devrimci Marksizmin işçilerin vatanı yoktur şiarıyla hareket ettiği gerçeğini bulandırmalarıdır. 1.Dünya Savaşı'ndaki tutum üzerinden Lenin ve 2. Enternasyonel arasındaki ayrımda bu beyler, Kautsky'lerle aynı yere düşmektedir. “Bu memleket bizim, sattırmayız” talebinin Lenin'in devrimci yenilgecilik tutumuyla (Lenin kendi yönetici sınıfının savaşta Almanya karşısında yenilmesini istemiş, savaşı kapitalistlere karşı bir savaşa çevirmek gerektiğini belirtmiş ve ancak Rusya devletinin zayıflaması ile işçi sınıfı için bir devrimin olası olduğu söylemiştir) yakından uzaktan hiçbir ilişkisi yoktur.

Hem AB destekçisi hem de milliyetçi bir AB karşıtlığı yapan sol kanatlardaki ortak nokta, kitlelerin eylemine güvenmemesi. ÖDP çizgisi, demokrasi talebinin kitleler tarafından getirilemeyeceğini düşündüğünden, kitlelerin şu an içinde bulunduğu durgunluğu mutlaklaştırıp hiçbir ciddi hak almanın onlar tarafından gerçekleştirilemeyeceğini fikrine varıyor ve umutlarını yöneticilere, bu tür kurumlara bağlıyor. Diğer kanat ise, insanları AB yalanları ile uyutulan koyunlar, kendilerini de işin farkına varmış seçkin insanlar olarak görüyor. Bu kanat açısından da tarih yukarıda (yöneticiler arasında) ayak oyunları ile yapılıyor. Bu ayak oyunu da mücadele eden kitleler tarafından değil de aydınlanmış insanlar tarafından engellenebilir sadece.

Gelelim devrimci Marksist tutuma. Biz, AB'nin Türkiye işçi sınıfına yıkım dışında bir şey getirmeyeceğini biliyoruz. AB'nin kriterleri işsizlik, yoksulluk, sendikasızlaşma gibi işçi sınıfına yönelik büyük bir saldırı anlamı taşıyor. Ancak şunun da farkındayız ki bu süreç sadece AB kriterleri nedeniyle yaşanmıyor. Türkiye burjuvazisi de krizden çıkmak için işçi sınıfına bedel ödetme peşinde.

Farklı çıkarlara sahip sınıflara bölünmüş olan bu toplumda, işçiler ve diğer yoksul kesimler için kurtuluş patronların birliğinden, onların uygulayacağı politikalardan değil, kendi mücadelelerinden geçiyor. Avrupa ile özleştirdiğimiz bu sosyal haklar da Avrupalı işçilerin gerektiğinde ölümü göze alarak gerçekleştirdikleri mücadelelerin kazanımlarından başka bir şey değil.

İyi niyetli olduğuna inandığımız yöneticilere değil de kendi mücadelemize bel bağlamaktan başka bir çıkar yol yok. Her ne kadar AB'ye uyum çerçevesine DGM'ler kaldırılsa da pratikte oluşturulan yasalarla DGM zihniyetinin hala devam ettiğini görüyoruz. Oysa ki 1970'lerdeki büyük işçi eylemleri DGM'ler hem resmen hem de pratikte kaldırıldı.

Hepimiz biliriz ki anayasa da fikirlerimizi ifade etme özgürlüğümüz vardır, herkes basın açıklaması, eylem, grev yapma hakkına sahiptir. Ama pratikte bunların böyle işlemediğini de biliriz. Gelin isterseniz birlikte Güvenpark'ta ya da Başbakanlık önünde basın açıklaması yapmaya çalışalım. Sonuç ne olur dersiniz: karga tulumba gözaltı! Ya da işçilerin sendika kurma hakkına sahip olduğunu biliriz. Ama gidin de bir küçük işyerinde sendika kurmaya çalışın. Kendinizi hemen kapının önünde bulursunuz. Benzer şekilde, grev yapma hakkına sahip olduğu kabul edilen işçilerin grevlerinin hükümet tarafından yasaklandığını biliriz.

Sonuç olarak, şunu söylemek gerekir ki yasalarda yazanlar pratikte işleyenlerle aynı olmak zorunda değil. Sadece toplumsal mücadelelerle kazanılan haklar, pratikte kendine yer bulur.

Aynur AKMAN

Aralık 2004