Sol, Çeyrek Asırlık Tarihinin Zirvesinde
Devrimci çalışma yapan aktivistlerin faaliyetleri sırasında en sık karşılaştıkları itirazlardan birisi “işlerin böyle geldiği ve böyle gideceğidir.” Böyle düşünenler, biraz açıldıktan sonra, kapitalistlerin, ABD'nin, devletin vs. çok güçlü olduğunu, bizimse insanları etkileyemeyeceğimizi, insanların da zaten bu işlerin içine hayatta girmeyeceklerini peşi sıra sıralayacaktır. Devrimci ise zorunlu olarak, sınıfsal mücadelelerin düz bir çizgi şeklinde seyretmediğini, dönemine uygun olarak alçalıp yükseldiğini, tarihte kırılmaların her zaman için hazır beklediğini, sosyal koşulların insanları mücadele etmeye ittiğini, ayrıca sosyal mücadelelerin patlama yapacağı günleri beklemenin doğru olmayacağını, asıl meselenin o günlerden çok önce Bolşevik örgütü belli bir aşamaya taşımak olduğunu söyleyecektir. Fakat, çoğu zaman, (azınlıkta olan başarılı durumlar bir yana) söz konusu inancını kaybetmiş, karamsar kişiyi ikna etmek mümkün olmayacaktır. Öte yandan devrimci aktivistin iddiaları tamamen doğrudur. Ancak bu durum, sihirli bir değneğin marifeti değil, sınıf mücadelesinin nesnel işleyişinin zorunlu bir sonucudur. Bu anlamda dünya çapındaki son gelgiti incelersek durumu daha açık bir hale getirmiş oluruz.
Son Gelgit
Dünya kapitalizminin 2. Dünya Savaşı sonrasındaki hızlı gelişimi, yerini 1960'ların ikinci yarısından itibaren önce durgunluğa, sonra da 1970'lerin başından itibaren derin bir aşırı üretim bunalımına bıraktı. Kapitalizmin krizleri, her zaman için emperyalist savaşları ve sınıf mücadelesinin sertleşmesini beraberinde getirir. Bu sefer de genel kural bozulacak değildi.
Dünya kapitalist sisteminin içine girdiği krizle ilişkili olarak işçi sınıfı ve gençliğin ilk cevabı 68 hareketi oldu. Hareket doruğuna Mayıs 68'de Fransa'da ulaştı. Yaklaşık iki ay süren ve zirvesinde 12 milyon işçiyi kapsayan genel grev dalgası, Fransa devlet başkanı De Gaulle'ün ülkeden kaçmasına neden oldu. Fransız yönetici sınıfı bir ara büyük ölçüde kontrolü elinden kaçırdı. Ama hareket bir süre sonra dalga dalga geri çekilmeye, kapitalistler de kontrollerini tekrar sağlamaya başladılar. Bunda kendiliğinden mücadeleye atılan milyonlarca işçi ve öğrencinin çevrelerini saran karşı devrimci güçlerin baskısı altında perspektifsiz kalması ve onlara liderlik edebilecek devrimci grupların oldukça küçük kalarak ihtiyaca cevap verememesi ile o dönem sendika bürokrasisini kontrol eden Stalinist Fransız Komünist Partisi'nin (PCF) dalgakıran rolünü üstlenerek çözülmekte olan sisteme payanda olması belirleyici oldu.
Öte yandan 68 hareketi tüm dünyayı salladıktan sonra yerini 70'lerdeki radikal işçi sınıfı mücadelelerine bıraktı. Tüm dünyada yükselen işçi hareketi 1974'te Portekiz ve Yunanistan'da, 1979'da ise İran'da devrimci durum yaratarak zirvesine ulaştı. Yine bu dönemde kapitalistler, ellerinden yitip gitmekte olan iktidarlarını ayakta tutmak için onbinlerce insanı katledecekleri askeri darbeler örgütlemekten geri durmadılar. Şili'de 1973'te yapılan Pinochet darbesini Arjantin ve Brezilya'dakiler izledi. Türkiye'deki sınıf hareketi de 1980 darbesiyle durduruldu. 1980'lerin başına gelindiğinde 1968'de başlayan mücadele dalgası geri çekilmeye başladı, proletarya ve önderlik ettiği alt sınıflar demoralize olmuş, hızlı bir geri çekilişin koşulları büyük ölçüde hakim olmuştu. İngiltere'deki büyük madenciler direnişi bu anlamda son büyük direniş olması ve uğradığı dramatik yenilgiyle dönemi en iyi ifade eden sembol olmuştur.
Tarihsel gelişim içerisinde, çelişkilerin keskinleşmesinin ardından ulaşılan sonuçlar görece daha kararlı olma eğilimi taşırlar. 1980'lerin başında devrimci dalganın geri çekilmesiyle yaşanan mağlubiyet durumu da uzun bir dönem dünyada etkili oldu. Radikal sol, işçi sınıfı ve gençlik içindeki saflarından, sokaktan, akademik yaşamdan, tüm kültürel formlardan hızla geri çekilmeye başladı. Bununla paralel olarak egemen sınıfların ekonomik ve politik hegemonyasını takviye eden kültürel ve psikolojik etkiler, sosyal yaşantının en ince detaylarına kadar işledi. Bunlar, yeni dönemde hakim sınıfların temel iktisadi ve sosyal politikası olan neoliberalizmi beslediler. Bireycilik, köşekapmacılık, depolitizasyon, rekabetçilik...
Kapitalistler işçi sınıfının direncini kırdıktan sonra son hızla kendi iktisadi ve sosyal programlarını uygulamaya koydular. Sosyal devletin tüm kazanımlarının yok edilmesi, iş güvencesinin ortadan kaldırılması, esnek çalışma, her türlü sübvansiyonların kaldırılması, özelleştirme... Söz konusu neoliberal politikalar çeyrek asırdır alt sınıfların belini büktükçe büktü. Saman alevi gibi parlayan direnişler dışında işçi sınıfı bu topyekün saldırılara karşı koyamadı.
1990'da SSCB'nin çözülmesiyle kapitalist sınıflar tarihin sonunu ilan ettiler. Onlara göre devrimlerin ve büyük kavgaların çağı artık kapanmıştı. Aynı dönemde, yıllarca devrim bayrağını taşıdığını iddia edip ona bütün ihanetleri yapan, Moskova'yı ‘kabe' belleyen birçok Stalinist eskisi de teslim bayrağını çekmiş, Marksizm'in artık dünyayı açıklayamadığını keşfetmişti
Öte yandan Marksizm'in geçerliliğini yitirdiği iddiası ilk değildi. Sınıf düşmanlarımız, Marksizm'in ve proletaryanın öldüğünü tarihte birçok kez tekrarlamışlardı ve hepsinde ayağa kalkan devrim suratlarına bir tokat gibi inmişti. Gerçekler inatçıdır. Tarih bu sefer de sınıf düşmanlarımızın yüzüne bir şamar vuruyor ve vuracak..
Toplumsal Uyanış Başlıyor
Çeyrek asırdır uygulanan politikalarla, vahşi sömürünün dozu arttıkça arttı, sınıflar arasındaki uçurum büyüdükçe büyüdü. Bu, sınıfsal kutuplaşmanın keskinleşmesini ve iplerin gerilmesini beraberinde getirdi. Derinleşen ve kalıcılaşan yoksulluk, kitlesel işsizlik ve bunların beraberinde getirdiği yoksunluk duygusu ile toplumda gerginlik arttı, gençler kapitalistlerin kendilerine vaadettikleri gelecekten umutsuzlar. Dışlanmışlık ve karamsarlık, gençliği patlamaya hazır sınıfsal gerilimlerin potansiyel ateşleyicisi haline getirdi.
Çok geçmeden küreselleşme karşıtı hareketler ortaya çıktı. Bu hareketlerin organize ettikleri gösterilerde yüz binlerce kişi neoliberalizmin küresel uygulayıcıları olan G8, Dünya Bankası, DTÖ gibi kurumları protesto etmeye başladılar. Bu kapitalizminin efendilerinin toplumdaki hegemonyasının artık sorgulanmaya başladığını gösterdi. Radikal gençlik gruplarının zaman zaman sert mücadele tarzlarını yansıttıkları bu eylemlilikler, işçi sınıfının bir sınıf olarak katılımını sağlayamadı. Neoliberal saldırılar ilk olarak gençlik, işsizler, lümpen proletarya ve küçük burjuvaziyi vururken örgütlü işçi sınıfı bu saldırılardan daha geç etkilenmeye başlamıştı. Bu, küreselleşme karşıtı gösterilerde işçi sınıfının belirleyici rol oynamamasını açıklar. İşçi sınıfının bir sınıf olarak bu eylemliliklere katılmaması da hareketin doğal sınırlarını ortaya koyar. Öte yandan, küreselleşme karşıtı hareketler, daha sonra işçi sınıfının tarih sahnesine çıkacağı daha köklü sınıf mücadelelerinin habercisi ve öncülü oldular.
Öte yandan 21.yy'ın başı, kapitalistler açısından, aynı zamanda ekonomik darboğazların iyice olgunlaştığı bir dönem oldu. AB ekonomisi durgunluk içinde hiçbir büyüme kaydedemezken, işsizlik rakamları rekor üstüne rekor kırmaktadır. Tüm Batı Avrupa'da, 1950'lerin başından sonra ilk defa, kitlesel işsizliğin ortaya çıktığı 1966 yılında toplam 1.8 milyon işsiz varken, bugün sadece AB ekonomisinin motoru Almanya'daki işsiz sayısı 5 milyondur. Uluslararası basın Alman ekonomisinin açıklarının kapatılamadığını, başbakan Merkel'in bu açıkla başa çıkmak için ya özelleştirmeleri (ki bu daha da çok işsizlik yaratacak) ya katma değer vergisini %16'dan %19'a yükseltmeyi ( bu da alt sınıflar üzerindeki basıncın daha da yoğunlaşmasını sağlayacak) ya da merkez bankasındaki altın rezervlerini bozdurmayı (bu ise soruna kalıcı bir çözüm üretemediği gibi Alman kapitalistleri için büyük utanç kaynağı olacaktır) deneyebilir. Diğer taraftan, küresel kapitalizmin lideri ABD açısından da durum son derece vahimdir. Tarihin en büyük açıklarını veren ABD ekonomisi, başta Çin olmak üzere emperyalist rakipleri karşısında ekonomik açıdan sürekli gerilemekte, doların değeri düzenli olarak gerilemektedir. Sonuçta kriz derinleştikçe uluslararası kapitalizmin dengeleri değişmekte, emperyalist rekabet şiddetlenmektedir. Afganistan ve Irak'ın işgalleri ile potansiyel İran savaşı bu kriz durumunun sonucudur. Derinleşen ekonomik kriz, yayılan emperyalist savaşlar, artan toplumsal hoşnutsuzluğun doğal sonucu sınıf mücadelelerindeki sertleşmedir.
Gerçekten de çelişkilerin öteden beri derin olduğu Güney Amerika kıtası sınıfsal gerilimlerin büyük çatışmalara yol açtığı ilk deneyimleri beraberinde getirdi. İlk ayaklanma 2000'de Ekvator'da yaşandı. Ayaklanma ateşi Aralık 2001'de Arjantin'e sıçradı. Venezuela'da Nisan 2002'de ABD destekli darbeye karşı ayaklanan halk başkanlık sarayını kuşatınca darbe geri püskürtülmüş oldu. Belki de devrimci durumun en çok olgunlaştığı yer olan Bolivya'da 2003 Ekimi'nde silahlı işçiler ve onlarla müttefik topraksız köylüler büyük bir ayaklanma çıkardılar. İşçiler barikat barikat savaş verdiler, çatışmalarda resmi rakamlara göre 120 kişi öldü. İşçi sınıfı Bolivya'da kendi yönetim organlarını yaratmışlardı. Son olarak Nisan 2005'te Ekvator'da ayaklanan halk reform vaadiyle 2000 ayaklanmasının üzerinden iktidara gelen, iktidarındaysa kapitalistlere çalışan Guiterrez'i devirdi.
Latin Amerika'daki devrimci dalganın doğal yayılma alanı olan Orta Amerika'da da solun çıkış içinde olduğu gözükmektedir. Diğer taraftan, Latin Amerika'daki gelişmelere paralel olarak Avrupa'da da sınıf çatışmaları düzenin geleneksel sınırlarını zorlamaktadır. Önümüzdeki süreçte de bu çatışmaların dozunun artması beklenmelidir. Zira, kapitalistler ekonomik tıkanıklıktan çıkmak için işçi sınıfına ve yoksul halka sürekli yük bindirmek zorundadır. Emek düşmanı yapısal dönüşümlere gidilmedikçe hem kriz derinleşecek hem de emperyalist rekabette AB patronları büyük mevziler kaybedecektir. Burjuva hükümetlerin yaptığı emek düşmanı hamlelerse işçi sınıfını mücadeleye zorladığı için sınıf mücadelesindeki gerilim tırmanmak zorundadır. Kısacası kapitalizmin diğer krizlerinde olduğu gibi durum ara formüllerle kotarılacak türden değildir. Öyle ki AB'li patronlar yaklaşık bir asır önce elde edilmiş reformlardan olan 8 saatlik iş gününü uzatmayı hedeflemektedirler. Elbette ki emeğin diğer sosyal ve ekonomik kazanımları da gaspedilmek istenmektedir. Kapitalistlerin amacı bir yandan daha çok çalıştırırken diğer yandan da daha az vermektir.
Kapitalist saldırılardan nasibini ilk alan kazanımların başında işsizlik sigortası, sosyal güvenlik, sağlık, eğitim, emeklilik, ev kadınları için fonlar vb geldiğinden gençler, kadınlar, yaşlılar, işsizler, küçük burjuvazinin proleterleşmekte olan kesimleri, lümpen proletarya örgütlü proletaryanın açacağı yoldan ilerlemeye hazırdır ve kimi zaman örgütlü mücadeleyi beklemeden kendini kavga meydanına atmaktadır. Fransa'da göçmen işçi anne-babanın çocukları olan çoğunluğu işsiz gençlerin Kasım ve Aralık 2005'teki Paris ve diğer şehirlerde gerçekleştirdiği otomobil yakma eylemleri böyle bir sınıfsal temele dayanmaktadır. Yine gençlik eylemlerinin Fransa'da işçi sınıfı mücadelelerini tetikleyebildiği de gözükmüştür. 26 yaşından küçük işçilerin iki yıldan önce patron tarafından gerekçe gösterilmeden işten çıkarılmasına olanak sağlayan yasa tasarısına karşı yapılmakta olan büyük eylemlikler üniversite öğrencileri tarafından başlatılmıştır. Ve nihayet işçi sınıfı da gençlere sahip çıkarak olayların çapını genel greve taşımış ve patronların hükümetini sallamaya başlamıştır. Fransa'da emekçiler AB anayasasını reddederek patronların kritik öneme sahip, uzun erimli planlarına dur diyebilmiştir. Avrupa'da sınıf mücadelesinin öncüsü konumunda olan Fransa'nın yanında tüm Avrupa'da işçi sınıfı tekrar büyük genel grevlerin iklimini yaratmaktadır. İngiltere'de 1926'dan beri yapılan en geniş katılımlı genel grev bu dönemde yapılmıştır. Genel grev dalgasına Yunanistan ve Belçika'da katılmış, Avrupa'da sınıf mücadelesinin sertleşmekte olduğu bir kez daha gözükmüştür. Özellikle AB ülkelerinde, mücadeleler sonucu kısmi zaferler ya da yenilgiler yaşansa bile önümüzdeki süreçte daha çok kapışma yaşanacak ve her kapışma sonrası kapitalistlerin işleri daha da zorlaşacak. Üstelik olayların yayılma potansiyeli daha fazla. Fransa ve Latin Amerika'daki olaylar işçi sınıfı ve Marksizm'in artık yaşanan gerçekliği tam olarak kavrayamadığını iddia eden gerek sağcı yaklaşımlara gerekse de soldaki reformist unsurlara sert bir tokat indirmiştir. Gerçekler ısrarcıdır.
Sonuç
Toparlayacak olursak, gerek işçi sınıfı ve ezilenlerin uzun yıllardır devam eden neoliberal saldırılar karşısında iyiden iyiye muhalefet bayrağını yükseltmeleri, gerekse de AB'li kapitalistlerin ekonomik krizden çıkmak için aynı politikaları derinleştirerek devam ettirmek zorunda oluşları uzlaştırıcı ara formülleri geçersiz kılmaktadır. Üstelik işçi sınıfı mücadelesinde gençliğin radikal unsurlarını, işsizleri, küçük burjuvazinin proleterleşmekte olan kanatlarını da yanında buluyor. Kapitalist değerler ezilen kesimler tarafından sorgulanmakta, burjuvaların amentüleri meşruiyetlerini yitirmektedir. Gerek Güney Amerika'da gerekse de Avrupa'da devrimci Marksist gruplar, hala büyük oranda yetersizlik olsa da eskisine oranla çok daha güçlüler, bu durum elbette ki işçi ve gençlik örgütlerinin sahip oldukları en büyük kazanımların başında gelir ve bu, kuşkusuz olayların daha da radikalleşmesini sağlayıcı faktörlerinden birisidir.
Sınıf mücadelesi, dünyada son 25 yıldır hiç olamadığı kadar güçlüdür. Latin Amerika'daki ve Avrupa'daki gelişmeler, tüm dünyadaki solculara moral kazandırmakta, güven tazelemekte, devrimci aktivistlerin hedef kitlesini genişletmekte onların işlerini kolaylaştırmaktadır. Hatta daha şimdiden dünyadaki devrimci gençlere ilham kaynağı olup, gençliğin enternasyonalist dayanışmalarına vesile olmaktadır. (Türkiye'de bu durum geçerli değil, bunun neden böyle olduğu doğru bir şekilde tahlil edilmesi gereken bir konu.)
Öte yandan her devrimci yükseliş çözülmesi gereken onlarca problemi kendi önüne katarak ilerlemeye çalışır. Ve ancak bunların çözümünde başarılı olduğu müddetçe tarihsel iddiası yönünde ilerleyebilir. Örneğin, Latin Amerika'da kitlelerin ve elbette ki devrimcilerin peşpeşe iktidara gelen reformist liderleri aşmaları ve burjuva mülkiyet ilişkilerini doğrudan hedef tahtasına oturtan proleter devrimleri gündemlerine almaları, gerçek anlamda bir devrim için zorunludur. Avrupa'da da örneğin her biri bulundukları makama uzun yıllardır kök salmış olan sendika bürokratlarının aşılmaları devrimci gelişmenin derinleşmesi açısından zaruridir. Bugün, resmi Stalinist çizginin var olmayışı hareketin arkadan hançerlenmesinin artık mümkün olmadığını göstermektedir. Öte yandan yükselen sosyal hareketlere doğrudan karşı koyacak doğal rakiplerimiz olacaktır. Sendika bürokrasisi, reformist siyasal hareketler, kapitalistler ve onların aygıtı burjuva devlet mekanizması...
Eninde sonunda durum çağımızın en büyük eksikliğine dayanmaktadır: Bolşevik partinin eksikliği . Tony Cliff'in belirttiği gibi 1968'de Fransa'da birkaç on binlik kişilik bir devrimciler örgütü var olsaydı, Fransa'da devrim kapıları açılabilirdi. Mesele, devrimci yükseliş dönemlerinde olayların gidişatına ciddi müdahalelerde bulunabilecek çapta bir Bolşevik örgütün var olup olmamasıdır. Böyle bir örgütü yaratmak devrimcilerin önündeki en büyük görevdir.
Veli Umut Arslan