MEDENİYETLER ÇATIŞMASININ ANLAMI ve PAPA
Kapitalizmin bir kez daha tıkandığı, emperyalist güçlerin savaşlarla yollarını açmaya çalıştığı bir dönemdeyiz. Sistemin iç dinamikleri kriz anlarında savaşları kaçınılmaz kılıyor. Böyle dönemlerde sistemin iğrenç yüzü karanlıklar aleminden gelerek tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Kapitalizmin tarihi bunun örnekleriyle dolu. Alman kapitalistleri I.Dünya Savaşı ile başlayan, Alman devletinin savaşı kaybetmesiyle ağırlaşan ve zirvesine 1929 Büyük Buhranı ile ulaşan krizi aşmak ve devrim tehlikesinden kurtulmak için Hitleri'i iktidara taşımakta tereddüt etmediler. Hitler iktidarında kapitalistler kasalarını tekrardan doldurmaya başlarken, milyonlarca Yahudi, devrimci, çingene vb gaz odalarında can veriyordu.
Savaşların birbiri ardına patlak verdiği günümüzde de benzer şeyler oluyor hem de sık sık. Lübnan'da çoluk çocuk yüzlerce insan katledilirken BM (siz, Bush'laşmış Milletler okuyun) ateşkes çağrısı bile yapamadı. Bush ve neoconların (yeni muhafazkarlar) yürütme aygıtının başında olduğu ABD savaş makinası aklı başında kimsenin inanmadığı yalanlarla Irak'ı yerle bir etti. Yüz binlerce insanın ölümüne neden oldu. Şimdi, Irak bir cehennemden farksız.
Yönetici sınıflar, savaşa girerken halkın gözünde kendi yağma savaşlarını haklı göstermek için belirli bir söylem tutturmak zorundadırlar. Ve bu söylemin halk üzerindeki etkisinin olabildiğince çok olmasını isterler. Bunun için kimi zaman vatan-millet, kimi zaman özgürlük-demokrasi, kimi zaman din vb'ni bahane ederek savaşlardaki kendi hesaplarını perdelemek isterler. Hitler, küçük burjuvazinin çılgınlığını Yahudi düşmanlığına yönlendirerek, propagandasını Alman ırkına yapılan saldırılara dayandırıyordu. Bu durumda, Stalin-Roosevelt-Churchill gibileri de savaş için özgürlük ve vatan temalarını işliyorlardı. Oysa, ilk raundu Birinci Dünya Savaşı'nda oynanan paylaşım savaşının sonraki raundundan başka birşey değildi İkinci Dünya Savaşı.
Egemen sınıflar, savaşlarda kendi gerçek hedeflerini yalanlarla, uydurdukları gerekçelerle ne kadar örtbas ederlerse o kadar avantaj sağlarlar. Çünkü, meşruiyetlerinin temel dayanağı bu noktadır. Bu dayanağa sahip olmayan egemen sınıflar, önünde sonunda kaybetmeye mahkumdur. Bu yüzden, kapitalistler kendi sırtlarını dayayacakları bir zemin yaratmak için her türlü manüplasyona başvururlar.
Böyle bir manüplasyonun en bariz örneklerinden birisi ABD-SSCB arasında uzun yıllar devam eden “soğuk savaş” hikayesiydi. ABD, Rus “komünistlerinin” karşısında özgürlük ve demokrasi timsali kesiliyor, kızıl tehlikeye karşı her an tetikte olmak gerektiğini bıkmadan işleyerek kendi işçi sınıfını hizaya getiriyor, Rus yayılmacılığına karşı zayıf ülkeleri kanatları altına alıyor (örnek Türkiye) ve burası belki de en önemlisi, komünizmi Stalinist SSCB rejimi ile özdeşleştirerek onu ayaklar altına alıyor ve en büyük düşmanından korunmuş oluyordu. SSCB'deki egemen bürokrasi için de oldukça yararlı olan soğuk savaş stratejisi, onlara sosyalizmin anavatanı demogojisini kullanması için fırsat sağlıyordu. Böylelikle bir yandan işçilerin itiatini sağlıyor, diğer yandan da ABD saldırganlığı karşısında milliyetçi duruş sergileyen az gelişmiş ülkelerin egemen sınıflarını (örneğin Kaddafi) kendi safına çekmiş oluyordu.
SSCB'nin çöküşüne kadar bu oyun devam etti. 1990'lardan itibaren ABD egemen sınıfı yoğun bir şekilde yeni bir düşman yaratmak zorunluluğu hissetti. Hollywood, bu konuda epey sıkıntı yaşadı doğrusu, adi filmlerin kötü adamları Ruslar, artık iş yapmıyordu, zaten buna ihtiyaç da yoktu.
Yeni Düşmanlar
Aradan geçen zaman zarfında ve özellikle 11 Eylül ile açılan emperyalist savaşlar döneminde ABD'nin yeni düşmanlar yaratma hedefinde ciddi adımlar attığını gördük. Bu konuda iki söylem öne çıkıyor: “Terörizmle savaş” ve “Uygarlıklar Çatışması”, bunların karşısında ise ABD'nin temsil ettiği “demokrasi ve özgürlük” cephesi.
İçinde bulunduğumuz sürecin perdesini açan 11 Eylül saldırıları tarihin en büyük terörist saldırılarıydı. Saldırıların sorumluluğunu ABD beslemeleri olan Ladin ve örgütü El-Kaide üstlendi. Bu saldırının ardından Londra, Madrit, İstanbul, Endonezya, Mısır, Ürdün gibi yerlerde yüzlerce sivilin ölmesine sebep olan başka büyük terör saldırıları gerçekleşti. Bu saldırılardaki karanlık noktaları bir yana bırakalım, saldırılar sonuçları itibariyle ABD'nin “terörizme karşı savaş” uydurma doktrinini destekler nitelikteydi. Toplum sürekli korkutulmak suretiye terörize ediliyor ve Bush'un projesine verilen desteğe kısmen de olsa etki ediyordu. Birçok kez çok büyük terör saldırısının “son anda” engellendiği kamuoyuna duyuruldu. Bunun sonuncusu olan Londra “bombalarının” karanlık yönlerini ve provakatif yanlarını bolsevik.org'da çıkan bir yazı ele almıştı. El-Kaide'nin Irak kolunun yaptıkları ise ABD'nin elini güçlendirmekten başka birşeye yaramıyor. Irak'ta devamlı sivilleri öldüren bu örgüt, en çok ABD'nin faydalandığı şii-sünni iç savaşının da en büyük kışkırtıcısı oldu, hatta El-Kaide'nin şiilerin Samarra'daki kutsal türbesine bu şubat ayında yaptığı büyük saldırı söz konusu iç savaşı büyük ölçüde hızlandırdı.
Bush'un diğeri “doktrini”, “Medeniyetler çatışması”. Emperyalist saldırganlığın kan kusturduğu yerler Müslüman coğrafyasında bulunuyor. Hedefine giden yolda çok önemli zaiyatlar veren Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)'ne Filistin'de, Afganistan'da, Irak'ta, Lübnan'da (buna İran'ı da ekleyebiliriz) direnenler Müslümanlar. ABD ve müttefiklerine yapılan muhalefetin başını (ne yazık ki) çok büyük ölçüde İslamcı gruplar çekiyor. ABD egemen sınıfı bu durumu fırsat bilerek sakallı, cübbeli, adam kesen fanatik militan tiplemesini ön plana çıkararak batılı değerleri ve çağdaş-demokratik yaşamı tehdit eden bu teröristler karşısında savaşın zorunlu olduğunu vurguluyor. Sivillere yönelik saldırılar, kelle kesme gösterileri vs bütün bunlar, bu konuda ABD'nin işini kolaylaştıran şeyler, ama bu örneklerin çoğunda karanlık noktalar bulunuyor. Örneğin birçok karanlık noktayı barındıran sivillere yönelik Madrit terör saldırısı, ABD'nin milyarlarca dolar harcayarak elde edemeyeceği bir halkla ilişkiler kampanyası anlamına geliyor. Bush ve avanesinin sağlamaya çalıştığı, kendi kamuoyunu ve hatta uzun yıllar müttefiklik ettiği AB ve Japonya kamuoylarını yanına çekerek, yürüttüğü yağma savaşına güçlü bir dayanak noktası sağlamak. İşte, ABD egemen sınıflarının kanaat önderlerinden Samuel P.Huntington'ın ortaya attığı medeniyetler çatışması tezi bu noktada devreye giriyor. Esasında Huntington bu teoriyi 1993 yılında ortaya atmıştı, yani SSCB dağıldıktan hemen sonra. Bu, egemen sınıfların planlarını uzun vadeye göre yaptıklarının en iyi kanıtlarından birisi. Bütün meşruiyetini soğuk savaşa ve komünizme karşı mücadeleye dayandıran ABD stratejisinin yeni bir dayanağa, “demokrasiyi ve özgürlüğü” karşısında savunacağı yeni bir düşmana ihtiyaca vardı. Dahası, medeniyetler çatışması tezi gelecek savaşların merkezini gösterme niteliğine de sahipti. 1993'ten 11 Eylül'e koşullar olgunlaştı ve bu meşhur tezin zamanı geldi.
Karikatür Krizi
Müslüman coğrafyasında yürütülen savaşın kendisinin yanısıra yapılan bir çok provakasyon medeniyetler çatışması safsatasını güçlendirmek için kullanıldı. Bu provakasyonlardan biri 2006'ının Ocak ayında yapıldı. Danimarka'da yayınlanan Jyllands Posten gazetesinde 2005'in Eylül ayında basılan karikatür, Muhammed peygamberi bir terörist olarak resmediyordu. Sanatsal değeri son derece sefil olan bu ilk baskısının ardından (belki de beklenen olmadı) pek ses yükselmedi. Ama asıl ilgi çekici olan karikatürleri ilk olarak yayımlayan Jyllands-Posten gazetesine “destek vermek” için tam beş ay sonra Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya ve İspanya'da yedi ayrı gazete bu karikatürlere sayfalarında yer verdi. Bu açık bir kışkırtmadan başka bir şey değildi. Ve kıyamet koptu, karikatürün duyulmasının ardından Müslüman coğrafyanın hemen her yerinden milyonlarca insan sokaklara döküldü, haftalarca süren olaylarda bir çok yerde çatışmalar yaşandı. Onlarca insan öldürüldüğü bu çatışmalarda, yüzlerce kilise de ateşe verildi.
İstenen ve beklenen bir tepkiydi bu. Toplumsal ağırlıklarını arttıracakları bu ortamdan yararlanmak isteyen İslamcı çevreler de bu öfkeyi olabildiğince istismar ettiler. ABD'nin de “kendi kaynaklarıyla” bu gösterilere katılımı teşvik ettiği akla çok yatkın.
Unutmayalım ki İslamcı çevreler kendi sınıfsal konumlarının özgün karakteri nedeniyle hiçbir zaman tutarlı muhalif olamazlar. Hemen satılmaya ve saf değiştirmeye yakın olan küçük burjuva çevrelerin önderlik ettiği bu hareketler, ezilen milyonlarca Müslüman için çıkmaz sokaktan başka birşey değildir. Dolayısıyla ABD, her ne kadar ulusal karaktere büründüğü kimi durumlarda başını ağrıtsalar da İslamcı gruplardan çekinecek değildir.
Provakatör Papa
Papa 16. Benedictus'un geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklama da benzer bir provakasyondan başka bir şey değil. 'Muhammed'in getirdiği yenilikleri bana göster. Orada yalnızca şer dolu ve insanlık dışı şeyler bulacaksın, tıpkı peygamberliğini yaptığı dini kılıç gücüyle yayma emrini vermesi gibi.' Bizans İmparatoru'nun bu sözlerini aktaran Papa'nın medeniyetler çatışması konseptine uygun hareket ederek, ABD egemen sınıflarına hizmet ettiğini açıkça söyleyebiliriz. Öyle ki Papa'nın bu sözlerin Müslüman coğrafyada yeni bir infaale yol açacağını bilmeyecek kadar salak olduğunu ya da Papa'nın pot kırdığını düşünmek safdillik olur. Gerek içerik açısından, gerek zamanlama açısından ve doğurağı sonuçların netliği bakımından Papa'nın sözlerinin Bush ve avanesini çok memnun ettiğine şüphe yok. Bir bakıma bir Evanjelik- Katolik ittifakından söz edilebilir. Bu noktada kritik mevkilere dönemin karakteristik özelliklerine uygun kişilerin getirildiğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Ilımlığı ile tanınan Papa 2.John Paul'un yerine, şahinliği ve koyu muhafazakarlığı ile tanınan Benedictus'un getirilmesi de emperyalizmin ihtiyaçlarının bir ifadesinden başka birşey değil.
Provakasyonun sonucunda daha şimdiden can kayıpları yaşanmaya, kiliseler ateşe verilmeye başlandı. Müslümanlar açısından kutsal olan cuma günü (22 Eylül) öfke günü ilan edildi ve muhtemelen daha büyük gösteriler yapılacaktır. Ne yazık ki milyonlarca kişi bu ucuz ayakoyununu görmeyecek ve onları sokaklara çağıran İslamcı çevrelerin çağrılarına ayak uydurarak gösterilere katılacaklar. Böylelikle de nefret ettikleri ABD yönetici aygıtlarına yardımda bulunmuş olacaklar. Bu, solun Müslüman coğrafyadaki zayıflığının bir göstergesidir. Hiçbir tutarlılığı, kararlılığı olmayan ve en önemlisi antikapitalist ve antiemperyalist olmayan İslamcılık kitlelerin çıkmaz sokağıdır. Yoksul halk ve proletarya İslamcıların safında kendileri için değil, kendisine yabancı sömürgen çevrelerin çıkarı için mücadele ediyorlar. Buradan şu çıkarımalıdır: Devrimciler kati olarak güçlenmeli ve Marksist programın anti-kapitalsit ve anti-emperyalist özüyle gerçek adalet ve özgürlük mücadelesini yükseltilmelidir.