Kapitalist toplumların doğasının temel belirleyicisi olan ücretli emekle sermaye arasındaki çelişki ve aslında bunun sonuçlarından başka bir şey olmayan diğerleri, kendilerini iktisadi ve toplumsal altüst oluşlarla belli ederler. Bu çelişkilerin varlığı, kapitalist toplumun varlığından, yani kapitalist üretim ilişkilerinden ve kapitalizmin ve de tüm sınıflı toplumların tarihsel gelişiminden bellidir. Bu çelişkilerin toplumsal hayata damgasını vurmaması mümkün değil, çünkü kapitalistler ve onların devletleri bu çelişkileri bir yandan baskılarken, diğer yandan kar ve güç uğruna neden oldukları iktisadi ve politik krizlerle bu çelişkilerin açığa çıkmasını sağlarlar. Buradan hareketle sınıf mücadelesinde yeni yükseliş ve alçalışların bizi beklediğini söyleyebiliriz. Türkiye'deki toplumsal mücadelelerin tarihine baktığımızda inişli çıkışlı bir seyir izlediğini görürüz. Örneğin, 12 Eylül'deki yenilgiden 9 yıl sonra sınıf mücadelesi gelişmeye, sol toparlanmaya başladı ve bu durum az çok 28 Şubat'a kadar sürdü. Yani solcular 26 yıl boyunca uyumadılar, ya da aynı şekilde sol ve işçi hareketi 60'lar ve 70'lerden önce çok güçlü değildi, hatta bugüne göre bile çok zayıftı. DİSK, TİP, Deniz'ler gökten zembille inmedi, onları yaratan sömürü ve baskı düzeni de yerinde duruyor. Umutsuzluğun teorisini yapanlar dünyada çok şey değişti di-yorlar. Doğrudur, çok şey değişmiştir, ama bu nasıl değişimdir, bunun temelleri nedir? Üstelik, ne zaman toplumsal muhalefet gerilese bi-rileri böyle söyler. 1990'lar boyunca kapitalizmin nihai zaferi ilan edildi, savaşlar ve krizlerin bittiği, tarihin sonunun geldiği söylendi. Bir zamanlar çok revaçta olan bu iddiaları, bugün hangi babayiğit savunabilir. Egemenler kitle iletişim araçlarına da egemen olduklarından geçmişin mücadelelerini öğrenmek ve öğretmek özel bir çabayı gerektiriyor. Kitleler, egemenlerin propagandasından bağımsız olarak bugünü mutlaklaştırmaya zaten eğilimlidirler, ve bu pek değişmeyecek. Bu yüzden, gericilik dönemlerinde geçmişin başarılı mücadelelerini yaşamış insanlar bile gelecekten bir şey beklemezken; tersinden, devrimci fikirler güçlü olduğunda zararlı olabilecek aşırı iyimserlik ve bir aşırı güven havasının oluşması doğaldır.
Yukarıda, teorik olarak çıkışın mümkün olduğunu söyledim. Şimdi, biraz da işin pratik ayağıyla ilgili konuşmak lazım. Yani, 28 Şubat'tan beri içinde bulunduğumuz gericilik döneminden nasıl çıkılacağına açıklık getirmeliyiz. Yukarıda da anlattığım gibi çıkışın kendiliğinden bir yönü var. Çıkışın ilk adımları çoğu zaman devrimcilerin, hatta reformist örgütlerin ve sendikaların kontrolü ve bilgisi dışında atılır. Bizde 15-16 Haziran yürüyüşünün, Rusya'da Şubat Devrimi'nin ve daha birçok olayın kendiliğinden gelişmesi gibi. Her ikisi de o zaman hiç kimse tarafından öngörülememişti. Bütün geniş toplumsal hareketlerin gelişiminde kendiliğinden bir yön vardır.
Bugün çokça sorulan gericilik döneminden ne zaman ve nasıl çıkılabileceğidir. Sorunun birinci kısmının cevabı çok basit: tam olarak bilmi-yoruz ve bilemeyiz, ama süreci hızlandırabiliriz ve gerçekçi olmak kaydıyla her geçen anın fırtınalı günleri hazırladığını bilerek güçlü, donanımlı ve atılgan bir devrimci politik savaş örgütünün yaratılması çabasında olmalıyız.
Önce 28 Şubat'la başlayan laiklik ekseninde emekçilerin ve solun bölünerek güç kaybetmesi, Öcalan'ın yakalanmasıyla faşist hareketin güçlenmesi; 3 Kasım seçimlerinden sonra hızlanan neoliberal saldırılar ve 2005 Newroz'undaki bayrak olayıyla yükseltilen milliyetçilik ve Kürt düşmanlığı, bu arada devletin çözüme yanaşmaması sonucu PKK'nin silahlı eylemlerini arttırması, Diyarbakır ve Şemdinli'de yaşananlar; yakın zamandaki siyasi havayı belirleyen bunlardı. Geçenlerde Danıştay'a yapılan silahlı saldırı bunların üze-rine tuz biber oldu. İslamcı kökenli AKP ile laik cephe arasındaki gerginlik iyice alevlendi. Ordu ve hatta TÜSİAD'la hükümetin arası pek iyi değil. Danıştay saldırısından sonraki günlerde de çatışmalarda birçok asker öldürüldü ve cenazeleri faşistlerin propaganda ve ajitasyon alanları haline geldi. Tam bir kötümserlik havasının içindeyiz, aslında Latin Amerika ve Avrupa'da güzel şeyler oluyor, ancak burada rüzgarın bizden yana esmediği kesin. Sol o kadar prestij kaybetti ki CHP yönetimi açıkça MHP çizgisine yaklaştı. Ulusal solcular bir süredir, sağcı solcu ayrımının önemini yitirdiği, vatanın ve cumhuriyetin tehlikede olduğu iddiasını siyasetlerinin merkezine koydular. Bu dönemde örgütlü kalmak tek seçeneğimiz ve tek silahımız, çünkü işçi sınıfı ve ezilenler 3 yönlü bir saldırıyla karşı karşıya: Türk-Kürt ayrımı üzerinden yaşanan bir bölünme, laiklik ekseninde yaşanan bir bölünme ve yaşamın topyekün neo-liberalleştirilmesi.
Yükselen Kürt düşmanlığıyla artan faşist saldırılar sokaklarda, okullarda, işyerlerinde devam ediyor. Faşist hareket insan tozlarından oluşan, ama kalabalık bir kütle. Onun karşısındaki sayısal zayıflığımızı ancak örgütlü ve kale gibi sağlam durarak telafi edebiliriz. Faşist baskı ve teröre maruz kalan çok geniş kitleleri (Aleviler, Kürtler, üniversite hatta lise öğrencileri) kazanmak için de buna mecburuz. Faşist hareket baskıyla da olsa güç odağı olarak kaldığı sürece gençleri çekmeye devam edecek. Sadece politik çalışma yapmak için bile asgari bir güç dengesini sağlamak zorundayız. Ülkenin birçok yerinde kararlılık ve örgütlü duruş sayesinde sosyalistlerin sayıca kendilerinden çok fazla olan faşistlerin baskılarını yenmeleri bize örnek olmalı. Faşistlerin karşılarında küçük de olsa kararlı bir güç gördüklerinde tutunamadıklarını unutmamak lazım.
28 Şubat'çılar AKP'nin tek başına iktidarı ve en azından başlarda AB süreciyle hayal kırıklığına uğramışlardı. Zira, ordu yaşanan gerilimlerde bunlara moral verecek pek bir çıkışta bulunmamıştı. Avrupa'daki meslektaşlarıyla karşılaştırılmayacak kadar bağımsız ve güçlü olan askerler Türkiye kapitalizminin geleceği için biraz geriye çekilir gibi oldu. Nihayetinde ordu da kapitalizmin çıkarı için ve ona bağlı olarak vardır. Danıştay'a yapılan saldırıyla patlatılan öfke ve Genelkurmay'ın suratını ekşitmesi laik cepheyi cesaretlendirdi, şimdi cumhuriyeti kurtarmakla meşguller. Nasıl zamanında "Ordu Göreve" pankartını açıp hayal kırıklığına uğramışlarsa yine öyle olacak, olmaya başladı bile. Şu sıralarda kendilerine "Ordu darbeyi halkın yapmasını istiyor" masallarını anlatıyorlar. Asıl vahim olan, bu cephenin etki alanının içinde en başta kendisine "solcuyum" diyen insanların bulunması. DİSK, Türk-İş ve kısmen de KESK bu cephenin parçası oldu. Bu cephenin 'laiklik'ten başka politikası olmadığı için emekçilerin gerçek sorunlarına cevap vermedi, vermiyor, veremez. Yine bu nedenle kendi kitlesini de eritiyor ve sağcılaşıyor. Sosyalistler zayıf, ama ilginç olan ortada sosyal-demokrasinin olmaması. Bu durumun yarattığı boşluk sosyalist sola fırsatlar sunuyor. Reformist ve ulusalcı sol her ne kadar sırtını "derinlere" yaslamaya çalışsa da tam bir kriz durumunda, toplumsal destek bulamıyorlar. Yapılan seçim anketleri laik cephenin son çıkışının da CHP'ye faydası olmadığını gösteriyor. Ancak devrimci sol bir anlayış çıkışı garantileyebilir.
Seçimler bu çıkışın ayaklarından sadece biri olabilir. Uzun süreli bir etki işyerlerinden, mahallelerden, okullardan geçer. İşçi sınıfına ve yoksul halka yapılan en geniş kapsamlı ve uzun vadeli saldırı 24 Ocak 1980 kararlarından bu yana hiçolmadığı kadar şiddetli. Ardarda çıkarılan neo-liberal yasalar, özelleştirmeler ve işyerlerinin kapatılması sonucu işçi sınıfı kazanımlarının önemli bir kısmını 2-3 yılda yitirdi. Saldırıya maruz kalanların içinde buna gerçekten karşı durabilecek ve diğer ezilen kitleleri peşinden sürükleyebilecek olan güç işçi sınıfıdır, ancak onun örgütlü kesimini yönlendirenlerin buna cesareti yok. Sendika yönetimleri sendikaları mahkeme salonları ve görüşme masalarına hapsettiler. Düzenin manevralarını boşa çıkarabilecek kitlesel eylemleri durduran ya da o düzeye çıkmalarını engelleyen, SEKA gibi lokal direnişlerin genelleşmesi için bir şey yapmayan sendika liderlikleri sendikaların erimesine yol açıyorlar. İşçi sınıfının son yılların en militan sektörünü örgütleyen Eğitim-Sen üye sayısının 190 binlerden 110 bine düşmesiyle yetkiyi kaybetti. Birçok militan sendikacı sendikalarından soğuyarak pasifleşmiş durumda, aynı zamanda bazıları da mücadeleci bir odak bekliyor. Sendikalarına küsmüş proleterlerin tekrar mücadeleye kazanılması militan ve devrimci bir anlayışla sağlanabilir, çünkü üye kaybının sebebi korkaklık ve pasifizmden başka bir şey değil. Sendikaların içinde bulunduğu krizin çözümü için bunların yönetici kadrosuyla, hatta şartlar olgunlaşırsa doğrudan bu örgütlerle bir kopuşa gitmek zorunlu. Öncelikli olan sadece sendika birimlerine değil, işçi sınıfının olduğu her yere sesimizi ulaştırabilmek. Gidişattan memnun olmayan bilinçli işçilerin devrimci bir yöne kanalize edilmesini sağlamak mümkün. Nasıl 89 Bahar Eylemleri ve onu takip eden olaylar 12 Eylül karanlığını yırtmışsa işçi sınıfı bu kez de başarılı olacaktır.
Toplumu derinden sarsan bu hızlı ve yıkıcı süreç sonsuza dek devam etmeyecek. Rüzgarının yönü değişmeden önce üzerimize düşeni yapmamız lazım. Sadece Leninist tipte bir örgüt emekçilerin çıkarlarının birliklerinden geçtiğini, vatan millet edebiyatı yapanların geçmişteki icraatlarını, iki yüzlülüklerini anlatabilecek anlayışa ve donanıma sahiptir. Böyle bir örgüt yükselen faşizme karşı set olabilecek ciddi potansiyeli değerlendirebilir. Laik demagojinin yapay düşmanlar ve dostlar yaratarak gerçek dostu da düşmanı da gizlediğini, emekçileri yeşil ve yabancı olmamak kaydıyla sermayeye dost etmeye çalıştığını anlatabilir. Bu iki sorunun çözümü neo-liberal saldırılarla mücadele için de çok önemli. İşçi sınıfının bu iki ayrım noktası üzerinden parçalanması başını kaldırmasını önlüyor. Leninist partinin önemi yönetici sınıfın propaganda ve medya araçları üzerindeki tekeline karşı başta proletaryanın ve tüm ezilen yığınların sesi olabildiği için önemlidir, atıl kalmış da olsa bir yerlerde saklı duran gücün azami kullanımını sağlayabilecek güç odağıdır.
Sözü toparlayacak olursak bugün ağlayıp sızlanmanın alemi yoktur. Görev biz gençlerindir. Geleceğimiz için mücadele etmek, mücadelenin başarısı için örgütlenmek zorundayız.