MARKSİZM VE SAVAŞ

Ben bir kapitalist asker değilim; ben bir proleter devrimciyim. Plütokrasinin muntazam ordusuna değil, halkın düzensiz ordusuna aitim. Yönetici sınıftan gelen herhangi bir çarpışma emrine uymayı reddediyorum.. Biri dışında bütün savaşlara karşıyım; o savaşın da ruhum ve yüreğimle yanındayım. Bu savaş, sosyal devrimin dünya çapındaki savaşıdır. Bu savaşta yönetici sınıfın zorunlu kılacağı her şekilde çarpışmaya hazırım.” (Eugene V. Debs)
Birinci Dünya Savaşı'ndan Vietnam'a, Amerika Birleşik Devletleri neredeyse her zaman ya bir savaşın içindeydi ya da bir savaşa hazırlanıyodu. Bu 60 yıl içerisinde bu korkudan hiçbir kuşak kurtulamadı. Toplumcu hareketin karşılaştığı politik sorunlar tipik olarak emperyalizm ve savaş ile bağlantılı olmuştur. Uluslararası Toplumcu eğilim her zaman emperyalist savaşa karşı olan ödün vermez direnişiyle ayırdedilmiştir.

Marksizm ve Barışseverlik

Lenin klasik kitapçığı, Sosyalizm ve Savaş'ta savaşa karşı Marksist ve barışsever tutumların ayrımını yapar:

“Sosyalistler her zaman uluslar arasındaki savaşları barbarca ve insanlıktan uzak olarak niteleyerek kınadılar. Bizim savaşa karşı tutumumuz burjuva barışseverliğinden daha temelde ayrılıyor. Biz bundan savaşlar ile sınıf çatışması arasındaki kaçınılmaz bağı anlıyoruz. Biz sınıflar yürürlükten kalkmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların da ortadan kaldırılamayacağını biliyoruz. Biz aynı zamanda iç savaşları ele alışımız açısından da farklılık gösteriyoruz. Örneğin ezilen sınıfın ezici sınıfa karşı açtığı savaşlar, köle sahiplerine karşı kölelerin, toprak sahiplerine karşı serflerin, burjuvaziye karşı işçilerin olduğu savaşlar, bizce son derece meşru, ilerici ve gereklidir. Her savaşın tarihi açısından (Marx'ın diyalektik maddeciliğinden yola çıkarak) ayrı ayrı incelenmesini gerekli saydığımızdan dolayı... Biz Marksistler barışseverlerden farklıyız. Geçmişte sayısız savaş olmuştur ve bunlar bütün savaşlara kaçınılmaz olarak eşlik eden dehşetlere, zulümlere, ıstıraplara ve güçlüklere rağmen ilerici olmuşlardır, örneğin, insanlık gelişimi bunlardan yarar görmüştür.”

Marksizm savaşta mutlak bir pozisyonu reddeder. Her savaşı herbirini kendi farklı tarihsel bağlamında yerine yerleştirerek somut biçimde ve ayrı ayrı inceleriz. Barışsverlerin bütün savaşların kötü, ahlaksız ve savaşı başlatanlar için zararlı olduklarına dair görüşlerine katılmıyoruz. Bunlar maddi gerçeklikten kopuk, tarihsel olmayan, ahlakçı dogmalardır. Gerçekten de, bizim sınıfsal bakış açımızdan zorunlu ve bağımsızlık uğruna gösterilen şiddeti reddetmek doğal ahlaka aykırıdır. Savaşta kullanılan bir silah, diyelim ki bir Varşova Getto savaşçısının elinde bir Alman askerine doğrultulmuşken bir özgürlük aracıdır. Aynı silah bir Alman askerinin elinde Varşova Gettosundaki bir Yahudi'ye doğrultulmuşsa bir işkence ve ölüm aracıdır. Silahlar ve şiddete karşı soyut tiksinti bu gerçeği göstermez, bu ancak siyaset ve sınıf ahlakı ile mümkündür.

Biz ezenin gösterdiği şiddetle ezilenin gösterdiği şiddeti bir tutmuyoruz. Ezilen halkın gösterdiği şiddetin ya da işçi devriminin nefreti eyleme geçirerek insanlık ruhunu alçalttığı ve bunun yerini, düşmanlara karşı şiddete dayalı olmayan uzlaşmalarla, İsa gibi sevgiyle ya da ahlaki inanç yoluyla zafer kazanma stratejilerinin alması gerektiğini savunan barışseverlerin görüşlerine katılmıyoruz. Barışseverler ezen ve ezilen arasındaki farkın barışçı yollardan uzlaştırılması üzerine söylevler veriyorlar, işçilerin kendilerini sömürenlere karşı hissetmeleri gereken sınıf düşmanlığı ve nefret hakkında değil. Sosyalistler servet, güç ve ayrıcalık açısından eşitsizliklerin temelini oluşturduğu bir dünyada, uyum olması gerektiği fikrini reddederler. Yönetici sınıflar bilinen dünya tarihinde hiçbir zaman barışsever ya da ahlakçı yakarışlara aldırış etmemiştirler. Bu nedenle barışseverler yakarışlarını, başarılı direnişi zayıflatarak ve silahsızlandırarak ve düzenin korunmasına katkıda bulunarak, ezilenlere yöneltirler.

Savaş zorla yapılan siyasettir

Belirli bir savaşı destekleyen yahut reddeden Marksist düşünce ağırlıklı olarak, belki de en büyük savaş tarihçisi ve stratejisti olan Carl von Clausewitz'den temel alır. Clausewitz'in çıkış noktası “savaş, şiddet içeren yöntemlerle yürütülen siyasettir” diyen ünlü cümleydi. Bu Lenin'in belirttiği gibi “ her savaşı, ilgili kuvvetlerin –ve bu ülkelerdeki çeşitli sınıfların- belirli bir dönemdeki politikaları olarak gören Marx ve Engels'in de görüş noktasıydı.” Lenin sonra bu düşünceyi daha da genişleterek, “savaşın sınıf karakterine” de bakmamız gerektiğini söyledi, “söz konusu savaşa neden olan nedir, onu başlatan sınıflar hangileridir ve onun ortaya çıkmasına neden olan tarihi ve ekonomik nedenler nelerdir.”

Biz sosyalistler olarak bir savaşın tüm siyasi cephelerini çözümlemeye çalışırız: Savaşın başlangıcı olan gerçek politikalar (resmi olarak açıklananlar değil) ve savaşı başlatan sınıfların politikaları. Savaşın siyasetini tam olarak anlayabilmek için tek bir tanesini değil, savaşmakta olan bütün güçleri incelememiz gerekir. Eğer biz savaşa yol açan siyasi görüşlere katılıyorsak, şiddet içeren yöntemlerle sürdürülüyor olsa bile onlar için olan mücadelemize devam ederiz. Buna karşıt olarak eğer biz, yönetici sınıfın ve devletin bu görüşlerine muhalifsek mücadele başka, şiddetli yöntemlere kaydığında bu muhalefetimizden vazgeçmeyiz. Biz savaşa yol açan siyasi görüşlere, dolayısıyla savaşa olan karşıtlığımızı sürdürürüz. Bu anahtar, savaşı çevreleyen gizemin kilidini açar. Hangi savaşların ilerlemeci ve desteğe değer, hangilerinin gerici, haksız ve destekten yoksun bırakılması gerektiğini belirleyeceğimiz yöntemleri yalınlaştırır. Biz siyasi olarak destekleyebileceğimiz savaşların yanındayız. Biz ulusal bağımsızlık ve demokrasi adına yapılan savaşların, devrimlerin ve işçi sınıfı ve mazlumların taraf olduğu iç savaşların yanındayız. Biz siyasi yanını reddettiğimiz savaşların karşısındayız: emperyalist savaşların, ırkçı milliyetçi savaşların ve yönetici sınıfın serveti, gücü ve ayrıcalıkları için olanların. Her ayrı savaşta bizim pozisyonumuzu belirleyen, bizim siyasi görüşlerimiz, gerçek olayların ve savaşı ilerleten olayların ve güçlerin dinamiklerinin kendi tarihi, ekonomik ve sınıfsal bağlamında çözümlenmesidir.

Savaşın iki çağı

Marx ve Engels savaş meselesinden çekinmediler. Belirli savaşlarda, savaşan cephelerden en fazla tarihsel ilerleme adına hareket eden için zafer ya da yenilgi kriterini kullanarak taraf aldılar. Bu yaklaşım, ilerici ulusal savaşlar ve sosyalizmin henüz tarihsel bir olasılık olmadığı yıllardaki burjuva devrimleri çağına uygundu. 1776'nın Amerikan Devrimin'den 1871'in Paris Komünü'ne kadar olan dönemde burjuvalar hala ilerici bir rol oynayabiliyorlardı. Burjuva devrimleri feodal ilişkileri devirdi, sahiplenilmiş geniş arazileri böldü, devleti ve kiliseyi birbirinden ayırdı ve demokratik cumhuriyetler kurdu. Bu çeşit bir savaşa en iyi örnek Fransız Devrimi'ydi. Fransız Devrimi'nin yayılması feodalizmi Avrupa çapında sarstı. Avrupa'nın geri kalanına yayılamaması durumunda devrim, dıştan gelen aristokrat karşı devrimi tarafından bastırılacaktı. Dönemin köktenci solcuları devrimci savaşın saldırgan yandaşlarıydılar. Taraf ülkelerin ufak feodal devletlere bölünmesini durduran ve birleşik ulusal devletler ve pazarlar yaratan Alman ve İtalyan birleşmesi de bu çağın ilerici, burjuva savaşları arasında sayılabilir.

Bu dönemin başka bir ilerici savaş biçimi de kölelik iğrençliğini sona erdirmek adına yapılan iç savaştı. Haiti Devrimi insana özgürlüğü adına acımasız, uzun bir savaş dönemiyle sonuçlandı. Benzer şekilde, Kuzeyin özgür siyahlarının desteğini alan Kuzey kapitalizmi ve Güneyin köleleri ile çiftlik kölesi sahiplerinin Güney konfederasyonu arasında gerçekleşen Amerikan iç savaşı kapitalizmin ilerlemesi için olduğu kadar insanın özgürleştirilmesi için de verilmiş bir savaştı. Aynı zaman da bu, dünyanın herhangi bir bölgesinde burjuva kesiminin devrimci bir rol oynadığı son hareketlerden biriydi. Bu olayları kentsoylu olduklarından dolayı sınırlı olarak niteleyip bir kenara atmak tarihe uygun bir tutum değildir. Geçmiş durumlarla karşılaştırıldığında bunlar ilerici ve tarihi gelişmelerdir. Bunlar üretim yöntemleri ve proleteryası sosyalizm için önkoşul olan endüstriyel kapitalizmi yarattı. Marx ve Engels o çağın savaşları için olan pozisyonlarının hangi tarafın zaferinin tarihsel bir ilerleme sayılacağı ve hangi tarafın işçi sınıfının ilerideki çıkarlarını temsil ettiği üzerine alınması gerektiğine karar vermişlerdi. Bu ilerlemeci ulusal savaşlar çağı 1871'de Paris Komünü'nün yıkılmasıyla son buldu. Kapitalizm, Batı'da feodalizme galip gelerek, ilk işçi sınıfı sosyalist devriminin karşısına çıktı. İşçi sınıfı artık sermayeye karşı devrimci bir tehdit oluşturuyordu; hiçbir kapitalist sınıfsa daha az zararlı değildi, hiçbiri daha ilerici bir tutum sergilemedi ya da işçi sınıfının çıkarlarını temsil etmedi. İşçi sınıfı artık kendi sınıf seçeneğini ortaya koyabilecek güçteydi: Sosyalizm.

Emperyalizm

Birkaç on yıl içerisinde tekellerin doğuşu, emperyalizm savunucularının ilan ettiği gibi kesintisiz barışın ve refahın süregeldiği bir çağ başlatmadı.Güçlü ulusal sermayelerin sınırsız rekabeti dünya ekonomisini periyodik bozulmalarla parçalıyordu. Her bir ulusal sermaye anarşik rekabette korunmak için, ekonomik yarışta arkasında askeri ve diplomatik kudretin desteğini arayarak kendi devletinin gücünü bakıyor. Bu dinamik, sıradışı bir yıkım getiren kesintisiz savaşım yüzyılını üretti. Bu yüzyılda dünyamızın savaşsız geçirdiği tek bir yıl olmadı. Modern emperyalist savaşlar, çağdaş kapitalizmin gerici doğasını ve sosyalist dönüşüm için henüz çok taze olduğu gerçeğini tanımlar. Emperyalizm altında servetin uçsuz bucaksızca birikimi ve insanlığın bilimdeki ilerlemesi insanlık çıkarına hizmet edeceği yerde gerçeküstü toplu imha silahlarının yaratılacağı yöntemler haline gelmişlerdir. Finans sermayesinin sözcüsü olan Wall Street Journal yakın zamanda savaş ile ilgili böyle bir yorumda bulundu: “Paranın, refah devletini genişletmekte kullanılmasındansa hayat kurtarabilecek bombalar aldığını görmeyi tercih ederiz.”

Kapitalizmin bu bombaları ve diğer “hayat kurtarıcı” araçları dünyayı eşi benzeri görülmemiş yıkımlara sürükledi (1. Dünya Savaşı'nda 25 milyon ve 2. Dünya Savaşı'nda 55 milyon ölü). Bu tip çarpıcı gerçekler varolan toplumsal düzenin bir tür modern barbarlık olduğunun apaçık göstergeleridir.

Lenin'in de gözlemlediği gibi emperyalist savaşlar, insanlığın ilerlemesine katkıda bulunmak bir yana, modern soyguncular arasındaki ganimet kavgasıdır.Yönetici sınıfın servet ve kar amaçlı bu talancı savaşlarında emperyalistler arasında alınacak hiçbir cephe yoktur, hiçbiri tarihsel gelişimi ve işçi sınıfının çıkarlarını temsil etme bakımından birbirinden daha iyi değildir.

Küçük soyguncularla büyük soyguncular arasında, eski soyguncularla yükselmekte olan soyguncular arasında çok da fazla bir seçim şansı yok. Biz bütün soyguncuların karşısındayız. Biz bütün emperyalist savaşlara, fetih ve zulüm amaçlı gerici savaşlar oldukları için karşı çıkıyoruz. Bunlar sadece yönetici sınıfın çıkarlarına; kendi servet güç ve ayrıcalıklarını genişletmek adına, sadece kendi işçi sınıflarını değil yabancı işçi sınıflarını da istismar etmelerine zemin hazırlayarak hizmet eden savaşlardır. Taraflardan herhangi birinin savunucuları, yalnızca düşman tarafın emperyalist dürtülerini, hırslarını, fetihlerini, müsaderelerini, istismarlarını ve suçlarını açık ederken, kendi yönetici sınıflarının emperyalizminin gizemli bir şekilde demokratik, anti-faşist, ya da başka bir yüce amaç haline gelmiş suçlarının sessiz ortakları olarak kalıyorlar.

Kapitalizmin ilerici evresinde yönetici sınıf kendi çıkarını ulusunun çıkarıyla özdeş olarak tanımlayabiliyordu. Emperyalizm altındaki zorluk sıradan insanlara kapitalist çıkarların aynı zamanda ulusal çıkarlarla örtüştüğünü ikna etmekte yatıyor. Hiçbir emperyalist ordu “Daha yüksek çıkarlar” ya da “Kapitalist fetih” veya “Petrol” sloganlarının yazılı olduğu bayraklarla savaşa girmez. Kapitalizmin uşakları –kitle medyası, kiliseler, üniversiteler- insanları soykırıma karşı, demokrasi, saldırıya karşı savunma ya da başka onurlu bir amaç uğruna savaştıklarına ikna etmek ve böylece sermayenin sınıf çıkarlarını ve gerçek emperyalist savaş amaçlarını maskelemek için fazladan mesai yapıyorlar. Sosyalist karşı koyuş, çoğu zaman ideolojik yalanların ortaya çıkarılmasıyla, savaşın gerçek yönelimlerini ve siyasi görünüşünü kanıtlamakla başlamak durumundadır.

Savunma ve Saldırı Savaşları

Sözde kamuoyunun devlet hesaplarında rol oynamasından bu yana, ne zaman ve nerede savaşmakta olan her bir tarafın, yürek ağrısı duymadan, anayurtlarını ve haklı davalarını düşmanın şerefsiz saldırılarından korumak için kılıçlarını kınlarından çıkardıkları bir savaş olmuştur? Bu efsane, oyunun barut ve kurşun kadar ayrılmaz bir parçasıdır .” (Rosa Luxemburg)

Çağdaş emperyalist savaş doğasının gereği olarak, çatışmanın sonunda çoğu zaman devrimci bir öfkeyle patlayan bir çelişkiye sahiptir. Kapitalist sınıf genellikle kendisinden başka kimsenin yarar görmediği seferberliklere, asker alımlarına ve ağır vergilere ihtiyaç duyar. Bu çelişkiyi aşmak için savaştaki bütün ülkeler kamuoyu desteği almak için kendi insanlarına yalan söylerler. Birinci yalan şudur: “Savaşı biz istemedik. Düşman saldırısı bizi savaşa zorladı. Biz sadece kendimizi savunuyoruz.” Sosyalistler bu dalavere perdesini aralayıp savaş halindeki ülkelerin emperyalist ilişkilerini açıklığa kavuşturmak durumundadır.

Biz diktatörlüğün ve faşizmin kabul ettirilmesine karşı koyan demokratik savaşların yanındayız. Biz, bu tür çatışmalarda taraf alırız, çünkü Lenin'in de söylediği gibi, “ Tam bir demokrasiyi yürürlüğe koymamış hiçbir muzaffer sosyalizm olamaz. Bu nedenle, proletarya, demokrasi için geniş çerçeveli, tutarlı ve devrimci bir mücadele vermeden burjuva üzerindeki zaferi için hazır olamaz.” Çağdaş dünyada demokrasiye karşı yapılan nerdeyse bütün saldırılar çalışanların demokratik haklarına ve onlara ait demokratik kurumlara (birlikler, çalışanların basını, partiler ve siyasi örgütler gibi) karşı yapılmaktadır. Biz, kendi devrimci yöntemimizle demokrasiye karşı bütün saldırılara karşıyız ve demokrasiye karşı her saldırının demokrasi için bir savaşa dönüşebileceğinin farkındayız.

Joel Geier